“Sabahaddin Zaim’in Ahlâk ve Zihniyet Dünyası”nı ortaya koymak, evvela insanın yaratılışında var olan yönlerini izah etmeyi gerektirmektedir. Çünkü insanın yaratılışında ahlâk ve zihin önemli bir yere sahiptir.    

* * *

İnsanın yaratışında üç temel yön dikkat çekmektedir. Bunlar kalbî yön, aklî yön ve fiilî yöndür. Bu üç temel yön, iyi veya kötü, güzel veya çirkin, doğru veya yanlış olsun, her insanda bulunmaktadır.  

İnsanın kalbî yönü, ahlâkla bağlantılıdır. Ahlâksa güzel veya kötüdür. Güzel ahlak, kalbin selîm olması demektir; kötü ahlak, kalbin çürük olması demektir. Yani kalbî yönün tezahürü olan ahlâk, iyi veya kötü bir hüviyete sahip olma potansiyeline sahip bulunmaktadır. Bunun içindir ki “iyi ve güzel ahlâklı” olmak da mümkün olabilmektedir, “kötü ahlaklı” olmak da. 

İnsanın aklî yönü, ilim ve bilgiyle, yani zihniyetle bağlantılıdır. İlimse faydalı veya faydasızdır. Faydasız ilim, ilim sahibine ve çevresine müsbet katkısı olmayan ilim demektir. Faydasız ilim, bir ilimdir, ama adı üstünde “faydasız”dır. Bu sebeple faydasız ilim, elektrikle irtibatı olmadığından dolayı ortalığı aydınlatamayan ampule benzetilebilir. Ampulün görünüşü ne kadar güzel olursa olsun, yanmadığı müddetçe faydasızdır.  Faydalı ilimse, berrak ve saftır. 

İnsanın diğer yönü olan fiilî yönü de faaliyet alanı/yaşantısı ile bağlantılıdır. Yaşantı ise, ya iyidir ya da kötüdür. İyi yaşantı, her zaman sonuç iyi olmasa da en azından işin başlangıcında iyi niyetle hareket edilen yaşantıdır. Kötü yaşantı ise, kötü niyet sahibi olunan yaşantıdır.   

İnsanın bu üç temel yönü içerisinde ahlâkî yönü, insanın hem bilgi (yani zihin) dünyasını hem de faaliyet dünyasını (yani yaşantısını) şekillendirmektedir. Tohum, ağacın gövdesini ve dallarını, gövde ve dallar da meyvelerini ortaya çıkarmaktadır. İşte tohum, insanın ahlâkî yönüdür; gövde ve dallar ise zihnî yönüdür ve meyveler de faaliyet yönü yani yaşantısıdır. Bu sebeple, bir insanın ahlâk dünyası, o insanın zihin dünyasını anlamak bakımından pek mühimdir. Yani insanın ahlâkî yönü tam manasıyla bilinmeden, onun zihnîyetini hakkıyla idrak etmek pek de olanaklı olmamaktadır. 

* * *

O halde “Sabahaddin Zaim’in ahlâkî yönünün kaynağı nedir?” şeklinde bir soru soralım ki “Sabahaddin Zaim’in zihin dünyası nasıldır?” şeklindeki diğer sorumuz da anlamlı olsun.

Zaim’in ahlâkî yönünün yani güzel ahlakının kaynağında “dua” saklıdır. Bu hakikat, Zaim’e güzel ahlakı ile ilgili yapılan iltifatlar karşısında, “Bize atfettiğiniz bu haller, büyüklerimin yaptıkları dualardandır” demek suretiyle bizzat kendisi tarafından beyan edilmiştir. Böylece Sabahaddin Zaim, hayır dua alıp, hayırlı iş yapan ve kendisine hayırlı dualar yapılan kişi olmuştur. Sürekli su ile yani dua ile beslenen fidanın kuruması mümkün müdür? Sürekli su ile beslenen, aşılanan ve budanan fidanın meyve vermesi kadar doğal ne olabilir ki? Yani dua, Sabahaddin Zaim’in ahlâk dünyasının beslenmesi, aşılanması ve budanıp filizlenmesi ve meyve vermesi için gerekli olan temel kaynaktır. 

Sabahaddin Zaim’in ahlâkî yönü ile ilgili ikinci husus, almış olduğu duaları, karşılık beklemeden samimî ve ihlâslı bir şekilde insanlığın faydasına vesile olacak işlerde kullanmasıdır. Çünkü karşılık beklemek, alış-veriş yapmak gibidir. Parayı vermek, bunun karşılığında mal almak gibi. Esasında bu durum meşru yollardan olduğu müddetçe ahlak-dışı değildir. Ama ahlâkın zirvesi, sürekli vermeyi gerektirmektedir; yani kâmil bir ahlâkta, almak yoktur. Pınar, dağa da pınardır taşa da pınardır; kurda da pınardır, kuzuya da pınardır; dosta da pınardır, düşmana da pınardır. Pınar sürekli akar durur, sürekli verir; hiç almaz. İşte Sabahaddin Zaim’in ahlâk yapısı, sürekli vermek üzere kurulu bir yapıdır. Veren el’in üstünlüğünü tatmış bir yapıdır.

Fakat Sabahaddin Zaim, asla yük veren olmamıştır. Onun ahlâkında yük vermek değil, yük almak vardır. Sakarya Üniversitesi İktisat Fakültesi Kurucu Dekanlığı döneminde bile, dekan olması, elinde okulun resmi makam arabasını kullanma imkânı bulunması ve kendisini seven talebelerinin sayıca çokluğuna rağmen, İstanbul-Sakarya arasındaki gidiş-gelişlerinde toplu taşıma araçlarını kullanmıştır. Hiçbir talebesine yük olmamıştır. Çünkü Sabahaddin Zaim, yük veren değildir, yük alıp taşıyandır. Güzellikleri dağıtan, etrafına ışık saçan ve sıkıntıları (yani yükleri) taşıyandır. 

Bir yandan sürekli vermek bir yandan da yükleri almak gibi bir ahlâkî yönü olmasına rağmen, Sabahaddin Zaim’de gurur ve kibirden herhangi bir eser görülmediğini belirtmek gerekmektedir. Tam tersine, O’nda tevazünün güzel örneklerini bulmak mümkündür. Hayatının son dönemlerinde hasta olmasına rağmen, Alibeyköy’ün gecekondu bölgelerinde garip gureba ile iftar yapması bunun en açık delillerinden sadece biridir. O’nun tevazusu, bir mecliste kendisinin malumu olan bir meselede dahi “ben biliyorum” hâlinden çok uzakta bulunmasından da anlaşılabilmektedir.     

İşte bu ahlâkî yapısından dolayı, Sabahaddin Zaim, kalb-i selim sahibi birisidir. Yani kalbinde kötüye ait bir niyet ve istek olmayan, iyiye yönelik güzel arzuların ve işlerin olduğu bir kalbe sahiptir. Bu kalb-i selimliğinden dolayıdır ki güzel ahlâklıdır.  

* * *

Şöyle bir soru akla gelebilir: Peki ahlâkî yönü bu şekilde olan her insanın zihin dünyası Sabahaddin Zaim gibi olabilmekte midir? 

Sorumuzu şu şekle sokalım: Neden bugün hâlâ Sabahaddin Zaim’den bahsetmekteyiz de bir başka vefat etmiş profesör gündemimizde değildir?

Sorumuzu şöyle tamamlayalım: Sabahaddin Zaim’in zihin dünyası nev-i şahsına münhasır mıdır? Eğer öyleyse bu nev-i şahsına münhasırlık nereden gelmektedir?

 

Zira, kalb-i selim olmadan akl-i selim olunamamaktadır. Akl-i selim olunamayınca da zihin dünyası bulanık hâl arz etmektedir. Bu sebepledir ki akl-i selim olmak, kalb-i selim olmaktan geçmektedir. Sadece rasyonel anlamda meseleye bakıp “akılcı olmak”, ancak insanı ve özellikle bir ilim ehlini “pragmatik”, “çıkarcı”, “çatışmacı” ve “statik” bir zihin dünyasına itmektedir. Pragmatik, çıkarcı, çatışmacı ve statik zihin dünyasına sahip olan bir ilim ehlinin istikamet sahibi, yani gerçek manada bir disiplin sahibi olması mümkün değildir. 

Bu çerçeveden bakılınca Sabahaddin Zaim’in istikamet sahibi bir ilim ehli olduğu rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Çünkü hiçbir şekilde Sabahaddin Zaim, pragmatik, çıkarcı, çatışmacı ve statik bir zihne bürünmemiştir. Böyle olduğu içindir ki, “Kim olursa olsun, hangi kurum olursa olsun davetlerine, yardım taleplerine cevap veririm” diyebilmiştir. Bu sözünü de kâh bir Türk-İş İşçi Koleji’nde ders vermek suretiyle, kâh bir Koç Holding’te danışmanlık yapmak suretiyle kâh bir gönüllü kuruluşa katkı yapmak suretiyle her alanda uygulamaya koymuştur. Bu kişi veya kurumlarla pragmatik, çıkarcı, çatışmacı ve statik bir zihin algısı içinde ilişki kurmak yerine, “faydalı olanı aktarmanın mesuliyeti” gereğince hareket etmiştir. Dolayısıyla Sabahaddin Zaim’in zihin dünyasında “öteki” diye bir ayrıştırmayı aramak beyhude bir çaba olur.     

Fakat Sabahaddin Zaim’in zihin dünyasında “öteki” yoktur demek, “gelenek” yoktur demek anlamına gelmemektedir. Zaim, bir gelenek sahibidir. Kök saldığı toprağı olmayan bir ağacın var olması imkânsızdır. Ancak gelenek sahibi olmak, “gelenekli” olmak demektir, yoksa “gelenekçilik” demek değildir. Akl-i selim bir zihin dünyası, temelsiz binanın olamayacağını bilen bir zihin dünyasıdır. Bu anlamda geleneğine sahip çıkmaktadır. Böyle bir zihin dünyasına sahip olanlar, geleneğin şekil ve formlarını putlaştırmadıkları için gelenekçi değil, geleneğin “aslını” içselleştirip zamanın ihtiyaçlarına uygun kalıplar üretebilmeleri bakımından geleneklidirler. İşte Sabahaddin Zaim, tam bir geleneklidir, gelenekçi değildir. Yani zamanın gereklerini bilen ve bu gerekleri gelenekle bütünleştirebilen biridir Sabahaddin Zaim; ariftir.         

Sabahaddin Zaim’in zihin dünyasının diğer bir özelliği, zihninin insanlığa “vakıf olması”dır. Sabahaddin Zaim, insanlığa vakfolmuştur. İnsanlığa vakfolmuş olmasının iki manası bulunmaktadır. Birincisi, Sabahaddin Zaim, insanlığa “vakıf olmuş”tur. Yani insanlığın geçmişten içinde bulunduğu zamana kadarki süreçteki hallerine, yaşayışlarına, sıkıntılarına, sorunları ve çıkış yollarına vakıf olmuştur, yani “anlamış”tır. Bundan dolayı, hakiki âlim sınıfındandır. Vakfolmanın ikinci manası ise; bu anlamanın getirmiş olduğu bir sonuç ve bir zorunluluk olarak, Sabahaddin Zaim insanlığa vakfolmuştur; yani kendisini insanlığa “adamış”tır; herşeyiyle. 

İşte bu sebeplerle, Sabahaddin Zaim, insanlığın lehinde ve aleyhinde olanları anlamış, anlamanın getirmiş olduğu yükümlülükle de insanlığa kendisini adamış bir zihin dünyasına sahiptir. 

Sabahaddin Zaim, öte yandan zihnini “kendisi için” zaman ve mekân ayırarak meşgul eden biri değil, aksine zaman ve mekânını da insanlığa vakfetmiş biridir. O, kendisine ait zamanı olmayanlardandır. Zamanı da vakıftır onun. Onun kullanmış olduğu zamanlar, kendisi dışındakilerin “rahat zaman” geçirebilmeleri için vakfolmuş zamanlardır. Oğlu Halil Zaim’in nakli şöyledir: “Gerek okuldaki ve gerekse evdeki çalışma odasına biri girdiğinde; hangi işi yaparsa yapsın, hemen işini bırakır ve odasına girenle ilgilenirdi. Odasına giren kişi, onun en önemli işi olurdu. Varsa onun sıkıntısı, o sıkıntıyı kendi sıkıntısı bilir ve sıkıntıyı giderinceye kadar uğraşırdı.” 

İşte Sabahaddin Zaim’in ahlâk ve zihniyet dünyasının özeti genel hatları ile bu şekilde ifade edilebilir.  

* * *

İlim ehlinden biri, “arkada hayırlı eser bırakmayanlara rahmet okumanın yazık” olduğunu söylemektedir. Sabahaddin Zaim, rahmet okumakla yazık edilmiş olan (yani rahmet edilmemesi gereken) biri olmanın aksine, rahmet okumanın okuyana da şeref kazandırdığı biri konumundadır. 

Allah kendisine rahmet eylesin.

Bu yazı “Taşcı, Faruk (2008), “‘Vakfolmak’ ya da Sabahaddin Zaim,” Boğaziçi Bülteni, Sayı 34, s. 58-60.” adlı makalenin geliştirilmiş halidir.

 
Yazarın Diğer Makaleleri...