"Bu soruşturmada, sosyal devletin ne olduğu ve nasıl olması gerektiği, Türkiye'de sosyal devletin dünü ve bugünü, sosyal devletin küreselleşme ile birlikte geçirdiği değişim ve dönüşüm ve de sosyal politikaların ulusal ve küresel aktörlerinin kim olduğu konuları ele alındı. Sorular, konuyla ilgili (kamuya), akademiye ve sivil toplum kuruluşlarına soruldu."

"Küreselleşme Refah Devleti yerine Refah Toplumu'nu öne çıkarmaktadır."

Sosyal politika oluşumunda, sosyal politika aktörlerinin (devlet, stk, özel sektör, üniversite, aile) rolleri neler olmalıdır?

Sosyal politika oluşumunda STK gibi aktörlere geçmişe nazaran daha fazla ihtiyaç vardır. STK'ların katılımı devletin yükünü hafifletme, hizmet sunumunda kırtasiyeciliği azaltma ve etkinliği sağlama anlamında yararlı olabilir. Öte yandan, bu devletin sosyal politikayı sadece gönüllü kuruluşların yardımseverlik faaliyetlerine indirgemesi anlamına gelmemelidir. Bu politikaların oluşturulmasında sosyal taraflar ve/veya ortaklar arasında 
sosyal diyalog mekanizmalarının geliştirilmesi önemli bir rol oynamalıdır. Nitekim, AB sosyal politikası oluşumunda da sosyal diyalogun gerekliliği vurgulanmaktadır. Tek taraflı, yukarıdan empoze edilen bir sosyal politika anlayışı yerine, bunların sosyal taraflarca ortaklaşa oluşturulması daha doğrudur. Bununla birlikte, emek örgütlenmesinin zayıflaması sosyal diyalogu olumsuz etkilemektedir.

Küreselleşme ile birlikte, sosyal devlet nasıl bir dönüşüm geçiriyor? Bu süreçte uluslararası kuruluşlar nasıl bir rol oynuyorlar?

Küreselleşme her şeyden önce küresel düzeyde kapitalist piyasa ilişkilerinin yayılması anlamını taşımaktadır. iktisadi olarak, büyük devletler, uluslararası düzenleyici kurumlar ve çok uluslu şirketler tarafından biçimlendirilen bütünleşmiş küresel birfinans sistemi ve dünya çapında üretim ağları anlamında küreselleşme olgusunun var olduğu iddia edilmektedir. 
Birbirinden çok uzak mekanlar ve topluluklar arasındaki fiziki ve toplumsal mesafeyi azaltan elektronik iletişim imkanlarının varlığı da bu süreci kolaylaştırmaktadır.

Sağ düşünce küresel piyasanın devleti sınırlayıcı rolünü vurgulayıp nimetlerini öne çıkarırken; sol bu sürecin külfetlerini öne çıkarmakta, küresel kapitalizme karşı ulus-üstü siyasi ve iktisadi stratejilerin gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu bağlamda uluslararası ticarette Keynezyen düşünceye uygun politikaların geliştirilmesi gerektiği dile getirilmektedir. Başka bir ifadeyle "tek ülkede Keynezyenizm" başarısızlığa mahkumdur. Bu çerçevede asgari seviyede de olsa uluslararası emek standartlarının geliştirilmesi ve bunların GATT ve NAFTA gibi uluslararası ticareti düzenleyen sistemlere dahil edilmesi gerekliliği üzerinde durulmaktadır.

Küreselleşme bir zamanlar sosyal politikanın temel aracı olan refah devleti yaklaşımında önemli değişiklikler meydana getirmekte, refah devleti yerine "refah toplumu" düşüncesi öne çıkmaktadır. Aslında sosyal politika alanında ortaya çıkan zihniyet değişikliği, artan bireyselleşme, demografik dönüşümler ve iktisadi yapıda meydana gelen dönüşümleri yansıtmaktadır. Bu değişmeleri önde gelen toplumbilimciler risk toplumu gibi kavramlarla açıklamaya ve anlamaya çalışmaktadır.


"Tarihte bazı dönemlerde, Allah'ın koyduğu kurallara uygun hareket eden sistemler olunca, fakir insanların sayısı azalmıştır.

Dünyadaki devletleri araştırırsanız, sosyal devletlerin farklı olduğunu göreceksiniz. Biz CANSUYU Derneği olarak şu şekilde ifade edelim. Bir kere, Allah dünyayı yarattığında herkese nimetler vermiştir. Bunların kullanımı için de kurallar koymuş ve böylece dengeli dağılımı sağlamaktadır. Dünyadaki herkesin hava, güneş ve suda hakkı vardır. Tabi bu yer altı ve yerüstü zenginlikleri bile, insanlık tarihi boyunca insanların ihtiyacı için ayarlanmıştır. Sosyal devlet denince, bir ülkede yaşayan herkesin hakkı aynı olmalı. Sosyal devlet, en azından günlük ihtiyaçları karşılayabilecek durumda olmalı.

Tarihin her döneminde toplumlarda ihtiyaç sahibi insanlar olacaktır. Kimsesiz insanlar, afetlerle mağdur olmuş olanlar olabilir. Bunlar kendi geçimlerini temin edemezler; başkalarının desteğine muhtaçtırlar. Sosyal devlet dediğimiz zaman, bu yardıma muhtaç insanların en zaruri ihtiyaçlarını gidermek zorunda olan devleti kastetmiş oluyoruz. Bunun dışında, uygulanan rejimlerden, ideolojilerden bir takım sorunlar ortaya çıkabilir ve bu da muhtaç insanların sayısını arttırabilir.

Uygulanan politikalar adil olmuyorsa, dengeli bir paylaşım olmuyorsa, örneğin kapitalizmde olduğu gibi sermayeyi ön planda tutuyorsa, güçlü olanın zayıf olanı ezdiği, zengini daha zengin yaptığı politikalar söz konusu olmuş olur. Diğer taraftan ortaya çıkan ihtiyaç sahibi insanlara ilaveten, ayrıca bunlara eklenen insanlar da ortaya çıkacaktır. Diyelim ki, bir yarış var ve bu yarışın içerisinde bazı insanlar kapasiteleri az olduğu için yarışmalara katılamıyorlar ve en nihayetinde bir de koyulan kurallar güçlünün yanındaysa, o zaman diğerleri hiç bir zaman yarışı kazanamaz. Halbuki Allah'u Teâla kurallar koymuştur. Bu kurallara uyduğunuz takdirde ihtiyaç sahiplerinin hem sayısı azalacaktır hem de var olan ihtiyaç sahiplerinin de ihtiyaçları giderilecektir.

Bizim inancımıza göre, "mülk Allah'ındır". Buna inandığımız için de, değerlendirmemizi ona göre yapıyoruz. Bizim medeniyetimizin temelinde bu vardır. Halbuki Batı medeniyetinde bu yoktur. Batı medeniyeti, "mülk insanındır" diye bakmakta ve istedikleri gibi onu hoyratça kullanmaktadır. Bunun dışında, Kur'an-ı Kerim de, infak etmekten ve zekat vermekten bahseder ve bunların zorunlu olduğunu söyler. Dolayısıyla, rejimler, Allah'ın koyduğu kurallara ne kadar yakınsa, o kadar mutlu olurlar. Tarihte bazı dönemlerde, Allah'ın koyduğu kurallara uygun hareket eden sistemler olunca, fakir insanların sayısı azalmıştır. Dolayısıyla sosyal devletler, uyguladığı ekonomik rejimlere bağlı olarak muhtaç insanların sayısını azaltabilir veya arttırabilir. Sistem, korunmaya muhtaç insan sayısını arttırıyorsa, devlet, koruyucu tedbirler alması gerekir. Korunmaya muhtaç insan üreten devletler, sosyal devlet olma politikalarını da kaybediyorlar ve buralarda daha ciddi sorunlar ortaya çıkıyor. 

Mesela, bugün dünyada milyonlarca insan, bakımsızlıktan, birtakım basit hastalıklardan ölmektedir. Devletler, ellerindeki kaynağı fakir bölgelere aktarması halinde bu sorunlar bitecekken, fakir ülkelerde insanlar ölmektedir.


Küreselleşme ile birlikte, sosyal devlet nasıl bir dönüşüm geçiriyor? Bu süreçte uluslararası kuruluşlar nasıl bir rol oynuyorlar?

Küreselleşme denilen olay, tamamen yalan. İnsanları aldatmaya yönelik birtakım süslü ve makyajlı sözlerden ibaret olan sömürgeci bir anlayışın vitrini. İlk duyulduğunda, insan hakları, demokrasi ve buna benzer birtakım sloganlarla ortaya çıktılar. "Dünya bir köy kadar küçülmüş, dünyanın hiçbir yerinde insanlar baskı altında tutulmayacak, işkence yapılmayacak" gibi sloganlar kullandılar; hatta Avrupa Birliği (AB) de bu sloganları kullandı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi vb. kurumlar ortaya çıktı. Daha sonra anlaşıldı ki, buralarda, ayrımcılık yapılan bir düzen öngördüğü ortaya çıkmıştır. 

Kısaca, küreselleşme lafları, kanaatime göre, itibar edilmemesi gereken üstü örtülmüş, altı kirli bir yapıdır.

Burada medeniyetler de önemli. Eskiden bizim toplumumuzun yaşadığı çok güzel bir yardımlaşma duygusu vardı. "Komşusu açken tok yatılmaması" gerektiğine inanılan bir duydu. Zekat vermemenin çok büyük günah olduğu duygusu. Batı, bizim medeniyeti değiştirmek için kavramların içlerini boşalttı. Toplumlara, kendi kültürlerini yerleştirmeye çalıştılar. Bunu da çağdaşlaşma ve batılılaşma adına yaptılar. Bunlar da toplumumuzun dokusunu bozdu.

Biz, bunun sonucunda CANSUYU Derneği'ni kurduk. Çok büyük idealleri olan bir kurum. Türkiye'de ve dünyada din, dil, ırk ayrımı yapmadan bütün muhtaç insanların -ayırt etmeksizin-ihtiyaçlarını gidermek için kurulmuştur. Çünkü, devletlerin bu konulara kaynak aktaracağını düşünmüyoruz. Bunun için biz de böyle bir kurum oluşturduk. Yardım etmek isteyenlerin sayısı çok fazla olduğu gibi, almak isteyenlerin sayısı da çok fazladır.

'Sosyal devletten, devletin kendisini anlıyorum.

Sosyal devletten ne anlıyorsunuz? Sosyal devlet sizce nasıl olmalı?

Sosyal devletten devletin kendisini anlıyorum. Sosyal olmayan devlet olmaz. Başka bir ifadeyle, devletin varlık sebebi esas itibariyle her zaman toplumun genel yararını gözeten politikaların gözetilmesini, yürütülmesini, bu politikaların örgütlenmesini sağlaması, bu amaçla devletin sosyal ve ekonomik hayata aktif katılımını ifade eder. Devletin özellikle ekonomideki ve bazı toplumsal örgütlenmelerdeki rolü üzerine tartışmalar, kuşkusuz devletin sosyal olanıyla liberal olanını ayırt etmeyi sağlayacak bazı nirengi noktaları belirlemiştir.

Ancak öncelikle belirtilmesi gereken bir şey, en liberal uçtaki devletin bile sosyal boyutu tamamen dışlayamadığı, hatta belki de serbest piyasanın şartlarına tabi olma yönündeki davetlerin çoğunda sosyal politikaların daha güçlü bir temele kavuşturulması vaadinin de bulunduğudur. Dolayısıyla devletin sosyal olmayanına devlet de denmez.

Ancak tabii ki sosyal devlet kavramının işaret ettiği ayırım, devletin ekonomiye müdahale düzeyi ile devletin özellikle ekonomik anlamda sosyal adalet, eşitlik ve ortak yararın gözetilmesi ve sağlanması noktasındaki bazı tercihlerinde ortaya çıkıyor. Yani devletin kendisi zaten sosyal ise de devletlerin sosyal politikalara verdikleri önceliklere göre bir ayırım yapılmaktadır. Sosyal devlet toplumun "ortak iyi" sini toplum adına tespit eden, nispeten teknik ve bilimsel düzeyde bu işin nesnel olarak yapılmasını temin eden bir apolitik zemine de işaret eder. Bu orta iyiyi tespit edenin yaydığı bir apolitikliktir, oysa genellikle tespit edilen "otak iyi" pek de yeterince ortak değil, topluma belli bir teknokrat otoriterlikle meşrulaştırılarak dayatılan bir çerçevedir. Daha açıkçası bu çerçeveye, Türkiye örneğinde ilginç bir çimde neredeyse zorunlu olarak naive ama aynı zamanda çekilmez bir ideolojizm eşlik ediyor. Sosyal devletin ne olduğunu tartışmak, aslında devletin ne olduğunu tartışmakla aynı anlama geliyor. Devletin ekonomideki ve toplumdaki rolü her halükarda sosyal olacaksa da Türkiye'de sorun olan büyük ölçüde devletin fazla ideolojik olmasıdır. Devletin sosyal rolü üstlendiği ölçüde, bunun karşılığı olarak, veya çok daha ötesinde, insanların her şeylerini belirleme hakkını kendinde görmesidir. Giderek Platonik bir pozisyonu, yani halkı için her alanda iyi ve kötü olanı belirleme pozisyonunu benimsemesidir.

Sosyal devlet her şeyden önce sosyal politikalara ağırlık veren ama bu politikalarının bedelini ideolojik dayatmalarla ödetmeye kalkmayan devlettir. Kendi işlevini piyasanın yönetimine ve piyasa aktörlerinin kendi aralarındaki özgür rekabet koşularını yönetmeye indirgemez. Piyasa şartlarını idare etmeyi bir devlet yönetiminin merkezine oturtmaz.

Sosyal politika oluşumunda sosyal politika aktörlerinin (devlet, stk, özel sektör, üniversite, aile) rolleri neler olmalıdır?

Sosyal politikaların oluşumu tabii ki öncelikle devletin en önemli görevlerindendir. Ancak devletin örgütleyici ve toplumsal adaleti sağlayıcı rolü ne zaman olursa olsun tek başına bütün toplumu kuşatamaz. Sosyal politikaların hepsinin ne finansmanı ne de icrası hiçbir devletin tek başına altından kalkabileceği bir şey değildir. Bunun tek başına devlete bırakıldığı durumlarda toplumsal dayanışma, toplumun toplumsallık boyutu iyice zayıflamıştır. Ancak devletin de sosyal işlevleri yerine getirecek sivil inisiyatiflerin yeşermesine imkan tanıyan, bu inisiyatiflerin ortaya çıkmasını özendiren rasyonel bir tutum içinde olması lazım. Sosyal politikaların devlet dışı aktörlerinin ortaya çıkması için her şeyden önce toplumda çok zengin bir sosyal sermayenin, yani grup dayanışmasının mevcut olması lazımdır. Doğrusu devletin (güçlü diyemediğimiz halde) çok baskın olduğu durumlarda sosyal sermayenin ortaya çıkması çok zordur. Baskın devlet bireyler arasındaki güven bağlarını nasıl oluyorsa zayıflatıyor. insanları tembelleştiriyor, birbirlerine güvenlerini azaltıyor ve tek varolma ve tutunma yolu olarak devlete yanaşmak, sosyalliğin de baskın bir karakteri haline geliyor. Bu yüzden paradoksal olarak sosyal politikaları güçlendirmenin ve bunu topluma mal ederek daha fazla rasyonel bir temele oturtmanın yolu, devletin yaygın olarak bilinen anlamıyla sosyal boyutlarını bir miktar törpülemesinden geçiyor. Her ne kadar sivil toplum teşekkülleri, devletin dışındaki gönüllü örgütler olarak düşünülüyorsa da, bu tür örgütlerin devlete rağmen ve tamamen devletin dışında gelişme şansı bulunmuyor. Sivil toplum teşekkülleri her zaman devletin ya göz yuması veya himayesinde serpilip gelişen bir sosyal oluşumdur.

Sosyal politikaların oluşumunda özel sektörün de üstlendiği bir rol vardır tabi. Ama bu rol sistem içinde özel sektörün tabi olmak durumunda olduğu asgari şartlara uymaktan geçiyor. Esasen, sosyal devlet ile özel sektör yaygın olarak birbirinin karşıtı olarak düşünülür. Çünkü özel teşebbüs, devletin dışındaki ekonomik alan, serbest pazarın işlediği bir ortam olarak tam rekabet koşullarının geçerli olduğu bir alan olarak sosyal politikalarla pek bağdaştırılamıyor. Tam da bu varsayımın sorgulanması gerekir oysa. Bu serbest piyasa koşulları hakkında bir betimleyici bilgi olmaktan sanki bir tür normatif bir ilkeye dönüşmüştür. Böyle bakınca özel sektörün sosyal politikaların bir müttefiki olarak düşünülmesi bile mümkün olmuyor. Doğası gereği özel girişimin sosyal politikalara muhalif olması bekleniyor.

Emeğin adil ücretlendirilmesi, sosyal güvenlik standartlarına uymaları, üretim ve tüketim sürecinde çevre hakkının gözetilmesi gibi hususlarda özel sektörün sergilediği tutumlar, tabii ki sosyal politikaların oluşumunda tamamlayıcı unsurlar. Özel sektör doğası gereği, bu konularda bir direnç gösterme eğilimine sahiptir tabi. Tek tek sektörün aktörlerinden bahsetmiyoruz tabi, genel bir trendden bahsediyoruz. O yüzden sosyal politikaların oluşumunda özel sektörü duygusal ajitasyonlara getirmenin fazla bir faydası olacağını sanmıyorum. Belki beklenebilecek şey, özel sektörün bu eğiliminden kolayca vazgeçerek sosyal politikaların oluşumundan, toplamda daha az kaybedebileceği, dolayısıyla sosyal politikaların kolaylıkla izlenebilir, tarafların asgari uzlaşmasını sağlayan bir optimum noktasının bulunması önemlidir. Bunda da devletin uzlaştırıcı rolü önemlidir. Doğrusu özel sektör, yaygın anlamıyla sosyal devlet kavramının bir ötekisi olarak kurulagelmiştir. Çünkü sosyal politikaların ağır yükünün, özel sektörün sırtına bindirildiği yönünde genel bir eleştiri ve bu eleştiriye konu gerçek de vardır. Liberalizm ve sosyalizm arasında emek kesimi ile özel sektör arasında biri diğerini dışlayan tercih sıralamasını aşacak bir arayışta bulunmak gerekiyor. Sosyal politikaların uygulanmasının özel sektörün işleyişini sekteye uğratacak bir maliyet konusu olmasını aşmak lazım. Ancak özel sektörün aynı zamanda kâr hırsıyla sosyal politikalara tahsis edilecek kaynaklara da mutlaka katılması lazım. iş çevirmenin ve kâr etmenin bir bedeli vardır. Bu bedeli ödemeye kendi isteğiyle yanaşmayan, üstelik kârını da katlayarak büyüyen bir özel sektörün sırtına bu yük tabii ki devlet tarafından bindirilir. Bu noktada da devletin sosyal ihtiyaçlar ile özel sektörün gerçek durumunun tespiti arasında durumu iyi okuyan ve sonuçta özel sektöre bir yük yüklerken onu tamamen çalışamayacak hale getirmemenin yolunu bulan bir arayış içinde olması yine de önemlidir.

Sosyal politikaların işleyişinde aile ve aile değerleri bir dayanışma ve sosyal sermaye unsuru olarak hala en büyük rezervlerdendir. Ancak yaşadığımız toplumsal değişim içerisinde ve bu değişime paralel olarak bu rezervde önemli bir azalma olduğu da açıktır.


"Küreselleşme süreci, bizatihi devlet dışındaki sosyal refah aktörlerini öne çıkarmıştır."

Sosyal devletten ne anlıyorsunuz? Sosyal devlet sizce nasıl olmalı?

Sosyal devlet, haklarla donatılmış vatandaşların, tek tek, yani eşit bireyler olarak, bedensel, duygusal, sosyal ve zihinsel gelişimi ve anayasa ile korunan haklarını kullanabilmeleri için gerekli yasal, siyasal ve toplumsal ortamı sağlayan; tüm vatandaşlarının cinsiyet, din, etnik köken gözetmeksizin maddi refaha ve yaşam standardına erişmesi için aktif bir biçimde toplumsal eşitsizliklerle mücadele eden; böylece vatandaşlarını, tüm yeteneklerini geliştirebilmesi için, gerekli sağlık, eğitim ve yaşamsal haklarla donatarak sağlayan devlet olmalıdır. Kısaca ideal sosyal devlet toplumsal eşitsizliklerle aktif olarak mücadele eden, refahın yaratımında toplumdaki diğer yapılarla yapıcı ve kalıcı bir etkileşime giren, sorunların çözümünde bu diyalog ve demokrasi kültürünü çeşitli iktidar seçkinlerinin veya grupların değil, tüm vatandaşlarının haklarını gözeten bir sosyal politika üretmek için kullanan devlet olmalıdır.


Sosyal politika oluşumunda sosyal politika aktörlerinin (devlet, stk, özel sektör, üniversite, aile) rolleri neler olmalıdır?


Öncelikle "sosyal politika aktörlerinin rolü ne olmalıdır" sorusunda eksik bir yan olduğunu söylemeliyiz. Çünkü sorunun kendisinin sosyal politika aktörlerinden bahsederken belli bir kısıtlamaya gittiğini düşünüyorum. Sosyal politika aktörleri derken devlet, aile, STK, özel sektör ve üniversitenin sayılıp bu uygulamalardan yararlanan bireylerin, sadece pasif bir biçimde bunu kullanan kitle tahayyülüne sıkıştırılmalarının olgusal olarak doğru olmadığına inanıyoruz. Çünkü vatandaşların kendi ihtiyaçları konusunda, vatandaşların istek ve beklentilerini dikkate almayan bir sosyal politika uygulamasının başarılı olabileceğine inanmıyoruz.

Elbette sosyal politika, muhayyel bir vatandaş ve birey tanımından ziyade toplum, aile, STK, üniversiteler ve özel sektörün sosyal politikaya kendi güç alanları doğrultusunda farklı katkılarda bulunmaları ekseninde şekillenmekte ve devlet uygulamaları tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla, oynanan rol ne olursa olsun, vatandaşların sosyal politika uygulamalarına katılımı sağlanmalı, bu katılımın sadece STK'lara katılım, reel siyasete katılım veya gönüllülük eksenli bir dizi uygulamaya ibaret olmaması sağlanmalıdır.

"Kurumlar arasındaki ilişki ne olmalıdır" noktasına gelince, devletin sosyal politika oluşumundaki belirleyici rolü es geçilmemelidir, ancak toplumsal refahın oluşumunda STK, aile ve üniversitelerin alanının devlet tarafından ihlal edilmesinin de önüne geçilecek yasal bir çerçeveye ihtiyaç vardır. Şu an Türkiye'deki STK ve devlet ilişkisini düzenleyen, 2004 tarihli yeni dernekler yasası, yasal çerçevede bu ilişkiyi düzenlemesine karşın uygulamanın başarılı olup olmaması zaman içinde gözlemlenmelidir. STK'lar toplumsal alanla birebir temas halinde olmaları nedeniyle refah hizmetlerinin çeşitlenmesinde ve yaygınlaştırılmasında devletin sağladığı haklar temelinde yeni ve yaratıcı yaklaşımlar üretebilme kapasitesine sahiptirler. Üniversiteler ise doğrudan hem STK'lar hem de devlet ile ilişki geliştirip, özellikle refah hizmetlerinin daha katılımcı, demokratik ve adil üretim ve paylaşımı konusunda aktif çalışabilirler. Örneğin Avrupa'daki birçok STK ağının, özellikle kalkınma ve toplumsal refah ile ilgili çalışmalar yürütenlerin üniversitelerle yakın temaslar kurdukları -örneğin EAPN (European Anti-Poverty Network) ve CONCORD- ve bu temasların refah hizmetlerinin çeşitlenmesi, boyut değiştirmesi, gerçek anlamda yoksulluğu ve sosyal dışlanmayı dönüştürücü bir hüviyet kazanmasında etkili olduğu bilinmektedir.

Özel sektöre gelince, özel sektör STK ilişkileriyle ilgili söylenebilecek olumlu veya olumsuz çok şey vardır. Özel sektör ve STK ilişkileri oldukça netameli ve istismara açık bir alan olmasına karşın, buna yekten karşı çıkılmasını doğru bulmuyoruz. Devletin hakem rolü benimsemesi ve tarafların ilişkilerinin hukuk, şeffaflık ve hesap verilebilirlik temelinde düzenlenmesiyle, özel sektör-STK ilişkilerini vatandaşların ve kamu refahının gelişimine katkıda bulunmaması için bir sebep yoktur.

Küreselleşmeyle birlikte sosyal devlet nasıl bir dönüşüm geçiriyor? Bu süreçte uluslararası kuruluşlar nasıl bir rol oynuyorlar?

Küreselleşme sürecinin refah devleti üzerinde oldukça dönüştürücü bir etkisi olmuştur. Her ne kadar ekonomik küreselleşme süreci ve ona eşlik eden siyasal küreselleşme süreci, 1980'lerin yeni sağının refah devletinin "gereksiz" olduğu yargısını beslemiş ve dünya ölçekli bir hale getirmiş olsa da, bu durumun yeni, eşitlikçi, adil ve dünya ölçekli bir sosyal refah muhayyilesi yaratması açısından yeni bir olanak yarattığını düşünüyoruz.

Öte yandan, refah uygulamaları gereksiz hale gelmemiş sadece dağıtımında siyasal konjonktüre göre uygulamaların değişmesine yol açmıştır (ABD'deki tek ebeveynli çocuklara yönelik yardım-hak tartışmaları, Türkiye'deki ve Güney Avrupa ülkelerindeki refah uygulamaları "aile eksenli mi birey eksenli mi şekillenmeli" gibi dönemsel tartışmalar buna örnek olarak verilebilir). Bunun dışında, küreselleşme süreci, bizatihi devlet dışındaki sosyal refah aktörlerini öne çıkarmıştır. Bu noktada devlet, vatandaşlarına refah dağıtımında STK'lar ve diğer aktörler arasında bir aktöre dönüşmüştür. Ancak bu durumun devletin refah dağıtımında belirleyiciliğine gölge düşürdüğünü düşünmüyoruz.

Kısaca küreselleşme süreci ulus-devleti eritmemiş, sadece toplumsal diğer aktörleri ve ulusüstü bazı aktörleri (örneğin Dünya Bankası, IMF, UNDP gibi) öne çıkarmış, devletin bu kurumlarla işbirliğine gitmesini veya müspet veya menfi ilişkisini zorunlu kılmıştır. işte, "küreselleşme süreci bir dizi alternatifi ve yeni bir refah politikasını getirmiştir" derken demek istediğimiz tam da budur; refah uygulamaları ulus-içi ve üstü kuruluşlarla birlikte devlet tarafından beraberce şekillendirilmeye başlanmıştır. Bunun refah rejiminin şekillenmesindeki en önemli tarafı, ne devletin ne de söz konusu ulusüstü kuruluşların yekpare bütünler olmayıp, bazı durumlarda birbirleriyle çatışan, vatandaşların genelinin yararına veya zararına olabilecek refah kavrayışlarının bulunmasıdır.

STK'ler açısından, STK'lerin devletlerle ve ulusüstü kuruluşlarla çalışmalarının, küreselleşme sürecini daha katılımcı ve demokratik hale getirmesi anlamında olumlu bir etkisi olduğunu düşünüyoruz. Ancak bu çok-aktörlü senaryoda, eşitsizliklerin küreselleşmesi ve önünün alınamaması, STK'ların, yoksulluk ve sosyal dışlanmayla mücadele eden kuruluşların ve devletlerin işini zorlaştırmakta ve vatandaşlar lehine olabilecek tüm projelerini belli ölçüde etkisiz kılabilmektedir. Kısaca, gerçek anlamıyla küreselleşme süreci refah rejiminde çok fazla aktörün olduğu yeni bir zemin yaratsa da, yoksulluğu ve sosyal dışlanmayı da sürekli ve çok aktörlü kılmaktadır.


"Sosyal Politikalar üretme açısından devletler dışındaki en önemli aktörler, hiç şüphesiz STK'lardır."


Sosyal politika oluşumunda sosyal politika aktörlerinin rolleri neler olmalıdır?

Devlet sosyal refahı sağlamada hep en birincil aktör olmuştur. Devletlerin huzur ve refah seviyeleri onların topraklarının büyüklükleri, ekonomik kaynaklarının zenginliği, nüfusunun fazlalığı ve düşman tehdit ve tehlikesine karşı ordularının güçlülüğü ile ölçülmüştür. Bugün de devlet en önemli sosyal refah unsurudur. Vatandaşlarına sağlık, eğitim, güvenlik ve iş gibi imkanlar sunan devlet onların sağlıklı, güvenli ve mutlu olmaları için vardır olmalıdır.

Sosyal politikalar üretme açısından devletler dışındaki en önemli aktörler hiç şüphesiz sivil toplum kuruluşlarıdır. Soğuk Savaş dönemi ardından STK'lar giderek güçlenen bir yapıyla devletlerin yerlerini almaya başlamışlar, çok ciddi bütçeler oluşturarak eğitimden sağlığa, çevre korumadan kültürel alanlara, insani yardımdan tink tank kuruluşlarına kadar birçok alanda geniş bir yelpaze oluşturabilmişlerdir. Özellikle gelişmiş ülkelerde sivil toplum kuruluşları rahat hareket ve faaliyet alanlarına kavuşurlarken baskı ve istibdat altındaki rejimlerde ise sivil toplum henüz rahat faaliyet alanları bulabilmiş değillerdir.

STK'lar sosyal politikalar üretme noktasında gereksiz bürokrasiden ve diğer zaman kaybettiren sistemlerden uzak yapılarıyla daha hızlı hareket edebilmekte ve sonuca gidebilmektedir. Özellikle savaşların, afetlerin olduğu ülkelerde ve ekonomik düzeyin zayıf olduğu alanlarda faaliyet göstermekte olan kuruluşlar sosyal refah düzeyinin artırılmasında kayda değer katkılarda bulunmaktadırlar.

Bu kurumlar hiçbir sağlık hizmetlerinin bulunmadığı mülteci kamplarında, savaş bölgelerinde sağlık hizmetleri vermekte, insanların bilgi sahibi bile olmadıkları hastalıklarını teşhis ve tedavi etmektedirler. Dünyada kol gezmekte olan bulaşıcı hastalıklarla mücadele de sağlık örgütlerinin önemli bir yeri vardır. Yine benzer şekilde açlığın hüküm sürdüğü birçok Afrika ve Asya ülkesinde STK'lar insani yardım etkinlikleri ile ihtiyaç sahibi olan milyonlara umut olmaktadırlar. Bu kurumların bölge halklarına kazandırdıkları okul, enstitü ve üniversiteler, su kuyuları, arıtma tesisleri, meslek edindirme programları, kimsesiz ve yetimlerle ilgili rehabilitasyon ve koruma programları ve daha onlarca sosyal proje bu bölge insanlarının yüzlerini güldürmektedir.

Bu kurumlar her geçen süre zarfında daha da çeşitlenen bir faaliyet zenginliği içerisine girmekte ve her kurum kendisine uzmanlık alanları seçerek daha da profesyonelleşmektedir.

Fakat temelde ulvi amaçlarla faaliyet göstermekte olan STK'ların bazı siyasi amaçlar çerçevesinde devletlerinin beşinci kol çalışmalarını üstlendikleri, bağımlılığı daha da arttırdıkları ya da misyonerlik gibi alanlarda çalışma yaptıkları da gözlemlenmektedir. Hatta üzülerek belirtmek gerekmektedir ki birçok Batılı devlet STK'ları merkeze aldıkları misyonerlik ya da "dönüştürme" hedeflerine görünürdeki faaliyetlerini birer kalkan yapmaktadırlar. Bu şekilde dil kursları veren, kültürel etkinlik içerisinde olan ya da meslek edindirme kurslarını programlayan kuruluşlar misyonerlik yapabilmektedirler.

Ülkemizde de sayıları artmakta olan STK'ların nitelikli iş üretme ve amaçları doğrultusunda çalışmalar serdetme anlamında henüz yeterli olgunluğa eriştikleri söylenemez. Sayılarının 75 bine ulaştığı ifade edilen vakıf ve derneklerin maalesef çok önemli bir kısmı sadece tabeladan ibarettir. Bu konuda kurumlar yakından takip edilmeli ve amaçları doğrultusunda faaliyet yapıp yapmadıkları ilgili devlet birimlerince takip edilmelidir.

Küreselleşmeyle birlikte sosyal devlet nasıl bir dönüşüm geçiriyor. Bu süreçte uluslar arası kuruluşlar nasıl bir rol oynuyor?

Her şeyden evvel yapıların alışkanlıkları değişiyor/değiştiriliyor. Bu tek düze bir değişim değil şüphesiz. Siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri anlamda bir kuşatmadır küreselleşme. Çok seslilik, çok kültürlülük maskesiyle tek bir düşünce ve kültürün empoze edilmesi hadisesidir. Öncelikle bu yönde bir bilgilenme şarttır. Hakim olan güçlerin kültürü sosyal anlamda da dominanttır. Medya organları sürekli bunu göstermekte ve manevi bir baskı oluşturmaktadır. "Fast Food" beslenme alışkanlığından tutun belirli kulüplere üye olmaya hatta tatil yönlendirmelerine kadar çok ciddi bir kuşatma söz konusudur.

1990 sonrasında dünyada devletlerin küçüldüğü/küçülmesi gerektiği bunun yerini sivil toplumun ve özel işletmelerin doldurması gerektiği üzerine bir propaganda söz konusudur. Devletin küçülmesi şüphesiz sosyal imkanların ya da kamu hizmetlerinin kaybolması ya da devlete ait ne varsa bunun özelleştirilerek bu hizmetleri sivil toplumun vermesi anlamına gelemez. Şüphesiz küreselleşme bir takım müteşebbis ruhları harekete geçirmiştir, dünyanın farklı coğrafyalarına ulaşım daha kolaylaşmış belki söylendiği gibi dünya küçük bir köy haline doğru gitmeye başlamıştır. Fakat bireylerin vergilerini ödedikleri, askerlik hizmetlerini yerine getirdikleri ve vatandaşlık gereği üstlendikleri görevleri icra ettikleri bir yapı içerisinde devletlerinden de eğitim, sağlık gibi sosyal haklarını talep etmeye devam edeceklerdir.

Uluslar arası kuruluşların bu çerçevedeki baskı ve etkileri daha çok hakim olanın nasıl bir devlet ya da sivil toplum istedikleriyle doğru orantılıdır. Bu çerçeve zıtlıklarla doludur. Örneğin ABD'nin Irak, Afganistan ve dünyanın dört bir noktasında yapmış olduğu hak ihlalleri ardından insan hakları yıllıkları yayınlaması ya da nükleer çalışmalar yaptığı gerekçesiyle bir takım ülkelere baskı yapıp dünyanın dört bir yanında kimyasal silahlar kullanması bu konuda yeterli örnekler olacaktır.


 
Diğer Yazılar...