Sosyal devlet, sosyolojinin konu edindiği bağlamda kapitalizm, ulus devlet, küreselleşme olgularının bileşenidir. Bu bağlamda doğrudan bir araştırma nesnesi olarak değil dolaylı konu edilen, daha üst sistemlerin içinde belirginleştirilen bir konudur. Bu durumda günümüz sosyal teorisinde “sosyal politika”, “refah rejimi veya refah devleti”, “sosyal hizmet” gibi sosyal devletin unsurları farklı farklı bilim alanlarının ortaya çıkması yanında yine farklı zeminlerde inşa edilen bilgi sistemlerinin oluşmasını sağlamış, başka bir deyişle eklektik bir bilgi sistemini belirlemiştir. Yine benzer durum sosyal devletin tarihsel açıdan değerlendirilmesinde karşımıza çıkmaktadır. Sosyal devlet günümüzde küreselleşme bağlamının dışında konu edilemeyen bir olgudur ve “kriz” ya da “kopuş nosyonu” sosyal devlet tarihinin ana belirleyicisidir.
Bu bağlamda sosyal devlet, sosyolojik teoride ulus devlet ve toplum tartışmalarının ekseninde çözümlenebilir. Sosyolojik teoride klasik dönem, toplumları kavramsallaştırırken, onları kendi iç bütünlüğü olan, oldukça kesin biçimde sınırlandırılmış sistemler olarak göz önüne almıştır ve bu şekilde değerlendirildiğinde bu “toplumlar” açıkça ulus devletlerdir. Böylelikle, toplum kavramı öncelikle klasik karşıtlıkta, toplum/devlet karşıtlığında anlam kazanmaktadır.
Bu durumda belli bir toplumdan söz eden bir sosyologun bu kavram yerine “ulus” ya da “ülke” terimlerini laf arasında kullanabilmesine karşın bu kullanımda ulus devletin karakteri kuramsal yönden nadiren ele alınmaktadır. Sanayi toplumu çalışmalarında devlet, ulus devlet değildi. Aynı şekilde marksist sosyolojide de devlet 1960’lara kadar kapitalist devlet olarak ulus devlet değildi. Marksizmin bu dönemden itibaren milliyetçilik konusunda yeterli açıklamalar getirmediği ya da bizatihi milliyetçilik konusunu dikkate almadığı yönünde ortaya çıkan tartışma sonrasında “ulus devlet” bir çözümleme aracı olarak belirginleşti.
"Sosyoloji (yani toplumun araştırılması) ile siyaset ya da siyaset bilimi (yani hükûmet etmenin araştırılması) arasındaki akademik ayrışma, sosyologların devleti doğrudan araştırma konusu olarak bir kenara bırakmaları eğilimini pekiştirdi" (Giddens, 2000: 224). Sosyolojide, özellikle sanayi toplumu teorisyenleri, çoğu kez devletin toplumsal reform hedeflerinin yani gelirin yeniden dağıtımının, refah programlarının yaygınlaşmasının, eğitimin sürekli gelişmesinin ilerleyen düzeylerde hayata geçirilmesinin iyimser bir aracı olduğu fikrini tartışmadan benimsediler. Bu düzeylerde ortaya çıkan değişmeler, onların analiz edilmemiş kavrama araçları olarak, devlet ile birlikte ilgi odağını oluşturdu. Seksenli yıllar, daha önceki toplum merkezci versiyonlarla tezat oluşturacak şekilde bir ulus devlet kuramı geliştirmeye yönelik çeşitli girişimlere şahit oldu. Bu girişimler arasından, her biri kendine özgü bir eleştiri sunan Theda Skocpol, Michael Mann ve Anthony Giddens’ın çalışmaları dikkate değerdir. Aralarındaki farklara rağmen her üçünün de devlet kavramını günümüz siyasal söyleminin merkezine yükseltmek amacında olan devlet merkezli alternatifler sundukları söylenebilir (Keyman, 2000: 84). Giddens, “The Nation State and Violence” başlıklı kitabında, modernlik kuramına dayanan kurumsalcı bir devlet anlayışı sunar. Giddens’a göre modern dünya, kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus devlet sisteminin kesişmesi ile şekillenmiştir (Giddens, 1987). Kapitalist devletin son çözümlemesine yönelik asıl katkılar, öncelikle Miliband-Poulantzas tartışmasına ilişkin metinlerdir. Marksist söylem içindeki (yeni Gramscici) bu tartışma, ekonomik açıdan kapitalist devletin, hâkim sınıfın aracı olarak mı, yoksa kapitalist toplumsal oluşumlarda genel toplumsal birleştirici etmen olarak mı anlaşılması gerektiği ve bu nedenle ekonomiden görece özerk olup olmadığı etrafında gelişmiştir. İkinci tartışma, eleştirel kuram geleneğinden gelmektedir ve en iyi tanınanları Habermas ve Offe’ye aittir. Burada devleti ekonomiyle ilişkilendirmeye ve devletin etkin biçimde müdahale edebilmesini sağlayan değişik politik koşulları saptamaya yönelik daha sistematik bir çaba vardır.
Bu ele alışlarda merkezi tema, kapitalizmdi. Buna göre kapitalizm, bir devlet sistemi ile ilişki içinde ortaya çıktı. Avrupa devlet sistemi, hem kapitalizmin ayrı bir üretim tarzı olarak ortaya çıkmasının önkoşullarını sundu hem de kapitalizm ile devlet sistemi arasındaki karşılıklı ilişkiler, Avrupa’nın 16. yüzyıldan itibaren dünyanın geri kalan kesimi üzerinde artan egemenliğini güvence altına alan bir araç sağladı. 19. yüzyılda sanayi kapitalizminin gelişmişliği yalnızca bir ulus devletler sistemi içinde yer alan Avrupa devlet sistemi ile örtüşmekle kalmadı, aynı zamanda ayrıca doğası gereği onunla ilişki içinde oldu (Giddens, 2000: 230).
Bu bağlamda sosyal devlet; ulus devlet, kapitalizm ve küreselleşme eksenli ele alışların bileşeni konumundadır. Küreselleşme ise bu anlamda mevcut sosyal devlet yapısını aşındıran bir süreci ifade etmektedir ve sosyal devlet bu bağlamda refah devletidir. Batı dünyasında tarihi süreçte ortaya çıkan refah devleti, klasik kapitalizmin olumsuz sonuçlarının denetim altına alınabilmesi için geliştirilmiş bir sistemdir. Refah devleti marksizmden kısmen de olsa esinlenerek kapitalizmin bir takım yanlış sonuçlarının telafi edilmesine dayanır. Bu doğrultuda sürdürülen, refah devletine ilişkin araştırmalar ise genellikle kavramsal bir kafa karışıklığından muzdariptir. Bazıları refah devletlerinden, bazıları refah rejimlerinden, bazıları ise sadece sosyal politikalardan sanki aynı şeymiş gibi bahsederler
(Andersen, 2006).
Diğer taraftan ise, var olan yaklaşım ve uygulamaları geleneksel olarak niteleyen ve bu yaklaşımlar karşısında “aktif sosyal politika”yı öne süren yaklaşımlar söz konusudur. Bu yaklaşıma göre geleneksel sosyal politikanın temel amacını, değişik risklere karşı toplumda zayıf kesimlerin güvenceye alınması oluşturur. Bu amaçla oluşturulan sosyal koruma sistemleri ve yeniden dağıtım mekanizmaları ile bu kesimlerin sosyal ve ekonomik yaşama katılımı sağlanırken, toplumun ekonomik ve kültürel kaynaklarının adil dağılımı da sağlanılmaya çalışılır. Söz konusu yaklaşım, nüfusun yaşlanması ve iş piyasasından dışlanma gibi yeni sorunlar karşısında yetersiz kalmıştır. Eşit olmayan gelir dağılımını düzeltmek ve yoksulluğu önlemek için geçmişte uygulanan sosyal politikaların başvurduğu temel araç, zenginlerin ve ekonomik büyümeden en fazla pay alanların gelirlerinden kesilen vergilerin hastalık, yaşlılık ve mesleki vasıf yetersizliği gibi herhangi bir nedenle ücretli bir işte çalışamayan kişilere transfer edilmesi idi. Ancak, geçmişte böyle bir sözleşmenin uygulanabilmesini mümkün kılan uygun ekonomik ve demografik koşullar artık ortadan kalkmıştır. Günümüzde sayıları gittikçe artan emeklilerin ve sağlık hizmetlerine ihtiyacı olan kişilerin giderleri, sayısı gittikçe azalan çalışan nüfus tarafından üstlenilmektedir. Kitlesel işsizlik ve erken emeklilik olguları, demografik etkenlerin etkisini artırarak sosyal güvenlik sistemlerinin sürekliliğini zora sokmuştur.
Ulus devlet ve kapitalizm bağlamında sürdürülen değerlendirmeler yanında “sosyal politika” başlığı altında bir bilgi dalının oluşması, sosyolojik anlamda önemli bir problem taşımaktadır. Teorik açıdan sistematik bir yapıdan ziyade eklektik bir yaklaşımı ifade eden sosyal politika, ulus devleti belli bir uygulama alanıyla sınırlandırmıştır. Genel anlamda sosyal politika, toplumsal risklerin kamusal idaresi demektir (Andersen, 2006) ve farklı toplumlarda farklı sosyal politika yaklaşımlarından söz edilebilir. Çok geniş anlamda, sosyal politikanın ‘Anglo-Sakson’ ve ‘Kıta Avrupa’ tanımları arasında ayrım yapılabilir. İngiliz ampirik geleneğinde sosyal politika, sosyal hizmetlerin (eğitim, sağlık ve kişisel sosyal hizmetler, sosyal güvenlik ve belki de konut) kolektif olarak sağlanması ile tanımlanmaktadır:. Bu hizmetlerin sunumundaki etkinlik ve verimlilik, hizmetleri kimin sağladığı, hizmet sağlayanların kime karşı sorumlu olduğu, sosyal politikanın başlıca unsurlarıdır (Kleinman, 2006).
Sosyal politikanın sosyolojik teori dışında ayrı bir bilgi alanı olarak kurumlaşması, olgusal düzeyde belli sorunların sonucudur. Daha başlangıçta sosyolojinin, ulus devlet ve toplum nosyonunu ayrıştırmadan değerlendirmesi, bir olgunun diğerinden bağımsız ve bağlantısız konu edilememesinin bir sonucudur. Bu anlamda sosyal devlet de ulus devlet ve kapitalizmden ayrıştırılamaz. Diğer hâlde karşımıza daha karmaşık, eklektik bir bilgi dalı çıkmaktadır ve bu yaklaşımlar yine klasik sosyolojik teorinin temel sorunu olan devlet-toplum ikilemini aşamayan çözümlemelere yönelmektedir. Sosyal devlet, kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunlara bir çözüm getirme gayreti olarak karşımızdadır ve kapitalizmin seyrine bağımlı olarak şekillenmektedir. Diğer halde ulus devlet mekanizmasının bir parçası olarak kurumsallaşması beklenir. Böyle bir durum ise günümüze kadar belirginleşmemiştir.
Dr. Mehmet AYSOY
T.C. Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanı