Kendisiyle özel hayatından sosyal siyaset ile başlayan ilmi hayatına kadar hemen her alanda yaptığımız söyleşi ile sizleri başbaşa bırakıyoruz. Söyleşi yayın kurulumuz üyelerinden Mustafa Şentop, Meftun Karabacak ve Hüseyin Çelik tarafından gerçekleştirildi.
Görüşmemiz, biyografik çalışmayı da içereceği için izninizle hayat hikâyenizden başlayalım. Balkan göçmenisiniz değil mi?
Göçmen değil, muhaciriz. Biz, Peygamber Efendimiz'in hicretini takip eden muhacirleriz. 1950'den sonra gelenlere göçmen diyorlar. Evvela burayı teşrif ettiğiniz için teşekkür ederim. Tebrik ederim, güzel müminlere has bir girişimde bulundunuz. Sosyal Politikalar Dergisi adıyla bir dergi çıkartıyorsunuz.
Tabirler, mefhumlar çok önemlidir. Rahmetli Ayhan Songar'ın şöyle bir tespiti vardır: Fikirler mefhumlarda ifade edilir, mefhumlar doğru ifade edilirse, fikirler doğru geliştirilebilir. Şimdi tabi Türkiye, hem kelimeler itibarıyla hem mefhumlar itibarıyla 70-80 yıldan beri bir anarşi içerisindedir. Dolayısıyla bu karışıklık fikir teşevvüşüne de yol açıyor. Sosyal politika bunlardan bir tanesidir. "Sozial Politics" Almanca bir tabirdir ve dışarıdan devşirilerek Türkçe'ye kazandırılmıştır. Kessler zamanında bunun adı "içtimaî siyaset" idi. Yani, Türkçesi içtimai siyasettir. Sosyal politika ise onun Latincesi'dir.
Şimdi, nereden başlıyor bu meseleler? Tabi ki istanbul Üniversitesi'nin kuruluşundan başlıyor. Malumu âliniz, istanbul'da 19. asırda bir Darülfünun vardı. Eski eğitim müessesesi medrese sistemindeydi. Mektep sistemi içerisinde de Mekteb-i Tıbbiye, Mekteb-i Harbiye gibi müesseseler vardı. Sonra medreseden mektebe, mektepten okula, okuldan koleje doğru geçtik. O zamanlar, 19. asrın ikinci yarısında, mekteplerle birlikte Darülfünun da kurulmuştu. 1933'te bu Darülfünun ilga edildi, ilgadan sonraki gün de istanbul üniversitesi kuruldu. Mehmet Akitler, Babanzadeler hep Darülfünun müderrisi idiler. O zaman bu müessesenin başındaki insana da Darülfünun Emini denirdi, rektör yerine. Rektör sonraki tabirdir.
1933 reformu hazırlanırken Almanya'da Nasyonal Sosyalizm ve Hitler iş başına geçmişti. Hitler'in tutumundan memnun kalmayan veya onun zulmünden, şerrinden kaçan hocalar da kendilerini dışarı atmaya çalışıyorlarmış. Onların bir kısmı Amerika'ya giderken bir kısmı da Türkiye'ye geldiler. Türkiye, o yabancı ve kaçan hocaları resmen davet etmiş. Bu kaçan hocalar, iki gruptu. Bir bölümü Hitler'e ve Nasyonal Sosyalizm fikrine karşı olan Alman profesörler, ikincisi ise Musevi kökenliler. Türkiye'ye kalabalık bir grup geliyor, iki şehirde temerküz ediyorlar: Ankara ve İstanbul'da. Burada üniversiteyi yeniden inşa ediyorlar. Bunlar geldiği zaman 1934 yılında Hukuk Fakültesi var, Edebiyat Fakültesi var. Hukuk Fakültesi'ne bağlı olarak da iktisadi ve içtimai sahada araştırma yapmak, faaliyet göstermek üzere bir enstitü kuruluyor.
Henüz İktisat Fakültesi yok. İktisadi ve İçtimai Araştırmalar Enstitüsü adıyla bir araştırma merkezi kuruluyor. Bilahare 1936 yılında İktisat Fakültesi kurulduğunda, bu enstitü İktisat Fakültesi'ne devrediliyor. Ve başına da Gerhard Kessler isimli bir Alman hoca getirilip konuluyor. Kessler, Protestan, demokrat; tipik bir Prusyalı Alman. Şahsiyet sahibi, namuslu, inançlı biridir. "Ben gavur değilim. Ben müminim." derdi.
Siz de onu bizzat görenlerdensiniz ?
Tabi, benim hocamdı. Ben bizzat ondan ders aldım. 1951 yılına kadar devam etti. Dolayısıyla Kessler, İktisat ve içtimayat Enstitüsü'nün kurucusudur. 1936'da İktisat Fakültesi kurulunca, o zaman iktisat kısmı ayrıldı, İktisat kürsüleri hâlinde taazzur etti, geriye içtimaiyat kısmı kaldı. O da "içtimai Siyaset" adı altında bir kürsü hâline geldi. Kessler'in başına geçtiği kürsü "İçtimai Siyaset Kürsüsü"dür.
D zamanlar üniversitede fakülte ağırlığı vardı. Esas olan fakültelerdi. Fakültelerin, tüzel kişilikleri, kendi bütçeleri vardı ve dekanlar da ita amirleriydi. Rektörlük, sembolik bir makamdı, esas aktif birim fakültelerdi. fakülteler içinde de disiplinler vardı. Disiplinler bünyesinde ise kürsüler yer alırdı. İşte, içtimai siyaset bir disiplin idi. Onun içinde iki kürsü yavaş yavaş
teşekkül etti. Birisi sonra -Orhan Tuna hocamızın ismini verdiği- benim sevdiğim tabirle Sosyal Siyaset Kürsüsü oldu. Öbürü de, Ziyaeddin Fındıkoğlu hocamızın, İçtimayat Kürsüsü oldu. 1961 'de iki kürsü ayrıldı. 1961 yılına kadar "Sosyoloji" ve "Sosyal Siyaset" müştereken bir kürsü halinde ve bir disiplin içinde yer alıyorlar, sonra 1961 yılında kürsüler ayrıldı. Kürsülerden sonra da, enstitüler birbirinden ayrıldı.
Sosyal Siyaset-eski adıyla içtimai Siyaset-dersleri, Kessler tarafından verilirdi. Kessler'in hem sosyal siyaset hem de içtimaiyat kitapları vardı, içtimayat tarafını bir yana bırakırsak, sizin mecmuanızla ilgili olan içtimai Siyaset dalını takip edelim. Niçin "sosyal siyaset" denilmiştir? Bunun bir sebebi şu: Almanya'da 19. asırda Sosyal Siyaset Cemiyeti adıyla bir cemiyet varmış. Almanya'nın ve Avrupa'nın ideolojik gelişmeleri içerisinde önemli yeri olan bir cemiyet, bir dernek.
Önemi nereden geliyor bu derneğin?
XIX. yüzyıl kapitalizme karşı sosyalizmin ve Marksizmin taarruza geçerek geliştiği bir çağdır. Thomas Carlyl'in "Kahramanlar(Heros)" kitabındaki tabiriyle, 19. asır tek yönlü ve tek kollu gelişen bir çağdır. Manevi tarafı ihmal etmiş, ruhu terk etmiş materyalist bir kisveye bürünmüş, teknolojik ve iktisadi bakımdan fevkalade gelişmelerin yaşandığı ama içtimai, ahlâkî sahada bir yıkımın yaşandığı bir çağdır.
Sanayi Devrimi, bu gelişmelerin yaşandığı dönemde oldu. Bu kapitalizmin gayriahlâkî ve gayriadil düzenine karsı insanlar bir reaksiyon göstermiş, bundan şikayetçi olmuşlar, insanlar, kapitalizme karşı cephe almışlar; sosyalizmi ve derken ilmi sosyalizmi, Marksizmi, komünizmi tercih edenler olmuştur, işte sosyal siyaset düşüncesi bu arada ortaya çıkmıştır.
Demişlerdir ki: "Kapitalizmi yıkmayalım, çünkü Marksizm kapitalizmi yıkmak istiyor." Yerine başka bir sistem kurulacak. Böylece, kapitalizmin gayriadil ve gayriahlâkî yönlerini tashih etme yoluna gitmişler, işte Sosyal Siyaset Cemiyeti'nin hedefi bu olmuştur: Kapitalizmin gayriahlâkî ve gayriadil yönlerini düzeltmek. Cemiyette, mülkiyet müessesesini muhafaza ederek, üretimde ve tüketimde özel sektörü koruyarak, içtimai sahada aile müessesesini muhafaza ederek, kapitalizmin gayriahlâkî ve gayriadil yönlerini düzeltecek pratik, hukuki tedbirler almanın yolları düşünülmüş. Tabiî bütün bu tedbirlerin adına da "sosyal siyaset tedbirleri" denilmiştir. Böylece kapitalizmi ayakta durabilecek ve yaşayacak hâle getirelim, demişler. O düşüncedeki insanlar bu sahada mücadele etmişler. Yani sosyal siyaset, sadece nazari bir görüş değil, bir aksiyondur; fikri, tatbikata intikal ettiren bir harekettir, siyasettir. Yani, sosyal siyaset düşüncesi Alman hocalar üzerinden Türkiye'ye gelmiş oluyor...
Bu düşüncenin doğuşu Almanya'da olmuştur. Almanlar'ın kullandığı tabirin ifade edilişindeki zorluklardan dolayı Türkçe'ye sosyal siyaset olarak tercüme edilmiştir. Aslının "sosyal-iktisadi siyaset" olması gerekir. Ama tercüme edilirken, Alman dilinin zorluklarından dolayı, sadece sosyal siyaset şeklinde bir ifade olmuş. Dolayısıyla sosyal siyasetin böyle geniş bir perspektifi var.
Kessler derdi ki: "Sosyal siyaset okuyacak bir kişinin evvela cemiyeti tanıması lazım." Cemiyeti bilme ilmine de -Latince ifadesiyle-sosyoloji deniliyor. Sosyolojinin eski adı içtimayattır. Cemiyet zaten içtimaidir, gayriiçtimai cemiyet olmaz. Bunlar hep kelime ve tabirlerin farklı telaffuz edilmesinden kaynaklanıyor. Ondan sonra iktisat bilmelidir. Ayrıca, iktisadi doktrinleri bilmesi gerekecektir, iktisadi görüşler, İktisadi doktrinlere göre Şekillenmişlerdir. Doktrinler iktisadi görüşlerdeki tahayyülleri anlatır, İşte, Marksizm, sosyalizm ve diğerleri gibi Bu görüşler iktisada nasıl bakacağınızı ortaya koyuyor. Sonra da, "O iktisadi harbin içinde cereyan ettiği müesseseyi de bileceksiniz." derdi Kessler. Demek ki, hepsini beraber bildikten sonra bunların üzerine içtimai siyaset öğreneceksiniz. "Cemiyeti tanımadan, iktisadı bilmeden, işletmeyi okumadan sosyal siyaset yapılmaz" derdi. Ve kendisi öyle yetişmişti, bizleri de öyle yetiştirdi.
Bu arada bendeniz 1947'de Mülkiye'yi bitirdiğim zaman -idari Şube'den mezun olmuştum- sınıf birincisi olduğumuz için İstanbul'a tayin edildim. Mülkiye 1937'ye kadar İstanbul'daydı. Barbaros Bulvarı'nda, Yıldız Üniversitesi'ne saparken, solda güzel bir bina vardır, vaktiyle Körler Okulu idi. İşte orası Mekteb-i Mülkiye idi. 1937'ye kadar orada okuduk. 1937'den sonra Ankara'ya nakledildi ve Siyasal Bilgiler Okulu oldu.
Ama Mülkiye diye zikredilir...
Mülkiye'nin istihaleleri vardır. 19. asrın başında ilk kuruluşunda Mekteb-i Fünûn-u Mülkiye'dîr, sonra Mülkiye-yi Şahane olmuştur, sonra Mekteb-i Mülkiye olmuştur. II. Meşrutiyet'ten sonra Mülkiye Mektebi, 1937'den sonra Siyasal Bilgiler Okulu, 1947'den sonra da Siyasal Bilgiler Fakültesi olmuştur. YÖK sistemi kurulurken, Mülkiye, Ankara'daki iktisat'ın karşılığı idi; Ankara'da iktisat Fakültesi yoktu. YÖK sistemi kurulunca, iktisat ilminin okutulduğu fakültelere iktisadi ve idari Bilimler Fakültesi adı verildi. Bunun iki istisnası ortaya çıktı. Birincisi istanbul'daki iktisat Fakültesi, diğeri Ankara'daki Siyasal Bilgiler Fakültesi'dir, bunlar isimlerini korudular.
Daha sonra da İstanbul'da Siyasal Bilgiler Fakültesi açıldı...
Oranın açılışı ideolojiktir. Halk Partisi'nin ideolojik çerçevesi içerisinde açılmıştır. Tarık Zafer Tunaya daha ideolojik bir müessese kurdu. Daha sola yakın bir fakülte kuruldu. Bu yüzden de istanbul'da bir Siyasal Bilgiler Fakültesi kurulmasına izin verildi. Ama hikmet-i ilahi, İstanbul Siyasal Fakültesi'nin hocaları solcu, sosyalist veya marksist iken, öğrencileri hep sağcı, daha doğru bir ifade ile ağırlıklı olarak mütedeyyin oldular. Genellikle imam Hatip Liseleri mezunları burayı tercih eder hâle geldiler. Talebeler hocalarını hizaya getirmeye başladılar.
YÖK de bunun üzerine okulun tercih alanını değiştirdi bildiğimiz kadarıyla...
Evet. Türkçe-sosyal ağırlıklı puanla öğrenci alan okulun alanını türkçe-matematik ağırlıklı hâle getirdiler.
Araya başka konular girdi, istanbul'a tayininizden söz edecektiniz.
1947'de Mülkiye'yi birincilikle bitirince beni İstanbul'a tayin ettiler. Biz dört arkadaştık, dört ilçeye kaymakam refiki (muavini) olarak tayin edildik. Önce altı ay staj yapmıştık.
1948 yılında bir ara seçim yapıldı. Bilenler hatırlayacaktır. O zaman açık rey, gizli tasnif sistemi vardı. Halk da sisteme karşı tepkili hâle geldiği için rey vermeye gelmedi. Seçimi boykot etti. İsmet Paşa Mülkiye'yi sevmezdi. Mülkiye de, iktidara karşı muhalif idi. Kontrol için Mülkiye'ye ayrı bir sandık kurmuşlar. Sandıktan bir tek oy çıkmış Halk Partisi'ne, geri kalan oylar da bağımsız adaya verilmiş. Bunun üzerine içişleri Bakanlığı şifreli bir talimat veriyor. Talimatta: "Seçimde rey vermeyenlerin isimlerini bildirin." deniliyor. Dört ilçe kaymakamı bu talebi ret etti. Benim görev yaptığım kaymakamlık da o ret cevabı verenlerin arasındaydı. Söz konusu ilçeler, Fatih, Kadıköy, Eminönü ve Beyoğlu idi. Dört kahraman insan hükümetin uygulamasına isyan etti. Böyle bir dönemde bendeniz İstanbul'a geldim. Memurluğa devam ederken zihnimde de ilmiyeye intisap etme fikri var. Yani akademik hayata dair bir özlemim vardı.
İlim adamı olma düşüncesi nasıl gelişti sizde? Aileden ilim adamı olan birileri var mıydı?
Ailemde ilim adamı yoktu. Ailem, Balkanlardan gelmiş. Bendeniz aile
şeceresine meraklıyım. Baba tarafı XVII. asırda Konya'dan atlara binmiş ve sipahi olarak Balkanlar'ın fethine gitmişler. Bu gidenlerin içinde bilebildiklerimizin en eskilerinin ismi de Aslan Zaîm. "Zaîm", zeamet sahibi demektir. Yani, bir kökümüz Konya'dan. Zaten, Balkanlar'ın kökeni genellikle Konya ve Ege'den gelenlerden. Ana tarafı da, yine, XVII. asırda Kafkasya'dan kalkıp Balkanların fethine geliyorlar. Birinci grup, Üsküp'ün Bulgaristan'a doğru kısmındaki "iştip" şehrine yerleşiyor, İkinci grup da Köprülü'ye yerleşiyor. Onlar da Ayan oluyorlar. "Kara Osmanlı" deniliyor babamlara. Anne tarafına, "Bey Sülalesi" denilirdi. Baba tarafı da -ilmiye mensubu- "Efendi Sülalesi" diye bilinirdi. Babamın adı, Keresteci Mehmet Efendi'dir. Anamın babasının adı, Ali Bey'dir.
"Beylik", sülaleden gelen bir unvan oluyor, bir makam. Makamların en altta olanı, başlangıç noktası. Sonra o makam yükseliyor ve sivil paşalığa (mülki paşalık) kadar gidiyor. "Efendilik" ise, şahsın kendi karakteri, müktesebatıyla elde ettiği bir meziyetmiş. Onun için hiçbir zaman Şeyhülislam'a bey denmez, "Şeyhülislam Efendi" denir. "Hoca bey" denmez, "Hocaefendi" denir. Dolayısıyla ilmiye mensuplarına hep "efendi" diye hitap edilir. Eğer bir şahıs hem sülaleden beyliği tevarüs etmişse hem de şahsen efendilik sıfatına layık görülmüşse o zaman "beyefendi" olur. Şimdi herkes beyefendi olmuş!
İstanbul'daki hayat hikayenize dönersek...
İstanbul'da Fatih Kaymakam Vekili olarak çalıştım. O zaman, vesika sistemi sürüyor. Biz lisede okurken de her şey vesika ile veriliyordu. Ekmek, şeker, pamuk ve diğerleri. Birçok malın kendi özel parası vardı. Normal parayla alamazdınız. Ağır işlerde çalışan insanlara bir ekmek verilirdi. Normal vatandaşlara yarım, çocuklara çeyrek ekmek verilirdi. Kumaş vesikası memurlara dağıtılırdı, sadece memurlara. Bu iş suiistimale müsait olduğu için Kaymakam Agâh Bey, hepsini üzerime yıkmıştı.
Bu arada akademik sahaya geçme isteğim sürüyordu. Üniversitelerde doktora imtihanı açıldı. Bir arkadaşımla birlikte girelim diye niyet ettik. Fakat imtihan harcı 25 lira. Maaşımız da 47 lira. Girmeye kalkıştığımızda bize, "Deli misiniz?" dedi bazı arkadaşlar. Neticede imtihana girdim ve kazandım. Kırılma noktasıydı. Demek ki yol ayrımına gelmişim. Fatih Kaymakam Muavinliği'ndeydim. Doktoraya yazıldım. O zaman memurların doktora yapması yasak. Ama doktora talebelerinin hepsi memur. Bile bile lades! Bunun gibi, mesela, mesai içinde çay ve kahve içmek yasaktı, ama her devlet dairesinde çay ocağı vardı. Hukuka riayetsizliği kural hâline getirmişiz!
Başka memleketlerde ise konulan kaidelere uyulur. Ama kaideleri koyanlarda makul kaideler koyuyorlar. Kanun koyucular, toplumu düzenleyenler akıllı güzel insanlar. Her toplumu, aslında, beş altı bin insan yönetir. ABD'yi de, Türkiye'yi de, Rusya'yı da. Bunlar mühimdir. Rahmetli Mümtaz
Branş olarak - iktisat zaten mecburi idi— maliye, işletme ve sosyal siyaseti seçtim, iktisat dersinde o zaman birçok ünlü hoca vardı, iktisat derslerinden birisi "Harp Sonrası iktisat"tr. Bu dersi Profesör Kessler veriyordu. Maliye dersine R. Neumark geliyordu, işletme îktisadı'na Profesör Andre izaak geliyordu. Sosyal Siyaset'e yine Gerhard Kessler geliyordu. İkisi Yahudi idi, Kessler de Alman'dı. Kessler, masanın üzerine ne kadar yerli malı (fındık, fıstık vb.) varsa koyar, hem yer hem de dersi anlatırdı. Ve "Arkadaşlar, derse bir defa gelmeyene sene sonunda sertifikasını vermeme hakkımı mahfuz tuttuğumu şu günden beyan ederim." derdi. Mazeret yoktu, öyle "Anam öldü, babam öldü." gibi mazeret kabul etmezdi. Tek mazeret vardı ki, o da öğrencinin ölümü. Bunlar çok idealist insanlardı.
Bizim içtimai iktisat Enstitüsü'nün kitaplarını Kessler Almanya'dan getirmişti. Fakülte Kütüphanesi kurulurken, 13 bin kitapla bizim enstitü kitapları, Fakülte Kütüphanesi'nin esas nüvesini teşkil etmiştir. Şimdi gidip kitaplara bakarsanız, Kessler'in çini mürekkebi ile kitapların kapağındaki kartoteks numaralarını kendisinin yazmış olduğu kitapları görürsünüz. Kessler, ibadet eder gibi gece yarılarına kadar çalışırdı. Başka birşeyleri yoktu zaten. Cumartesi ve pazar günleri ise kitap okumazdı. Kendisini tabiata verir,
İsmet Paşa Mülkiye'yi sevmezdi. Mülkiye de, iktidara karşı muhalif idi. Kontrol için Müikiye'ye ayrı bir sandık kurmuşlar. Sandıktan bir tek oy çıkmış Halk Partisi'ne, geri kalan oylar da bağımsız adaya verilmiş. Bunun üzerine içişleri Bakanlığı şifreli bir talimat veriyor. Talimatta: "Seçimde rey vermeyenlerin isimlerini bildirin." deniliyor.
Turhan'ın tezi, "Bir ülkenin kalkınması, yetiştirdiği birinci sınıf mütehassıs elemanların miktar ve kalitesiyle doğru orantılıdır." şeklinde idi. Onun için o, ilkokul seferberliğine karşıydı, ilkokul seferberliği, sadece halkın gözünü açar, talebini arttırır. Ama bu talebi karşılayacak insanlar yetiştirilmezse, sosyal ihtiyaçlar meydana gelir, anarşi doğar. Evvela çözümü üretecek elaman yetiştirilmeli, sonra halkın ihtiyaçları karşılanabilir.
Bu arada doktora derslerine başladım.
kırlara giderdi; ekseriya da askeri bölgelere düşer, yakalanırdı! Sporcuydu; içki, sigara gibi kötü alışkanlıkları hiç yoktu. Yani, ciddi bir ilmî disiplin getirdiler. O zamanki şartlar içinde istanbul'daki iş adamlarıyla her hafta toplanırlardı, iktisadi meseleleri tartışırlardı.
Kessler'le bizim kürsü, tamamen hayata dönük bir siyaset olduğu için, devamlı hayatın içindeydik. Mesela Kessler, ödev verirdi. Ödevlerden bir tanesi, "Gidin, istanbul halindeki hamalların hayatını inceleyin ve
konu olarak getirin." dedi. Bizi, sömestır tatillerinde fabrikalara götürürlerdi. Zonguldak'a giderdik, maden ocaklarına.
O dönemde kaç kişiydiniz?
Sosyal Siyaset şubesinin son sınıfı mevcudu, 15 kişi civarındaydı. Merkez binada üst kattaydık. Enstitünün içinde sınıfımız vardı. Şube talebesi orada ders görürdü. O vakitte iki sınıf müşterekti, ikiden sonra, bölümlere ayrılırdı. Hocalarımız idealist insanlardı ve güzel kaidelerle fakülteyi ihdas ettiler. O hocaların yetiştirdiği kişilerde iyi oldular. Daha sonra Orhan Tuna, Sosyal Siyaset'in başına geçti.
Tabiî hocalar yabancıydı. Burada, yabancı hocalar "Sosyal Siyaset" dersini verirken daha çok hangi kültürü anlatırlardı?
Hem Almanya'yı hem bizi anlatırlardı. Mesela "Karabük'te Boş Zamanların Değerlendirilmesi" doktora tezi var. Safa Şükrü Erkut'un da "Şehirleşme Hareketi: Karabük Modeli" adlı doktora tezi vardır. Ekrem Zadir, Sosyal Siyaset asistanıydı, Türkiye'de işçi ve iş Bulma Kurumu'nun ilk müdürüydü.
Türk toplumunda yaşananları dikkatle takip ediy orlardı. Mesela Karabük'te yeni bir şehir doğuyor, hemen gidip onu incelerdik. O vakit üniversiteler devletin danışma kuruluydu. Hiçbir kanun üniversitelerden geçmeden Meclis'e gitmezdi. Çalışma ile ilgili bütün mevzuat bizim kürsüden geçerdi. Üniversite-devlet işbirliği son derecede güçlüydü. Sendikacıların hepsi de bizim kürsülerimizde eğitilmişlerdi. Biz, bunlara devamlı seminerler tertip ederdik. Ayrıca sonra, gayretlerle Milletlerarası Çalışma Teşkilatı'nın Yakın ve Ortadoğu işgücü Merkezi istanbul'da kuruldu. Tophane'de Kılıç Ali Paşa Camii'nin karşısındaki bina, ilk iş ve işçi Bulma Kurumu merkezi idi. Binanın alt katı, iş ve İşçi Bulma Kurumu idi, orta katı Yakın ve Orta Doğu işgücü Merkezi, onun üstü de Milletler Arası Çalışma Enstitüsü idi. Bizim kürsü mensupları orda ders verirdi. Burada dört kurum eğitilirdi: işçi sendikaları, işverenler, Çalışma Bakanlığı üst yöneticileri ve iş hâkimleri. Onlara dersler verirdik. Biz, bütün sendika kongrelerine giderdik. Yani, sendikaların istikametleri de bizim kürsülerde belirlenirdi. O zamanki bütün sendikacılar vatanperver insanlardı. Hepsi de inançlıydılar.
Sonra Ankara'da bir Türk iş Koleji kuruldu. Gazi Çiftlik'te bir bina satın alındı. Amerikan yardımının başladığı 1950-55'lerden sonraydı. Orada, Türkiye'deki her iş sendikası kolundan bir kişi seçilir, bunlar üç-altı ay yatılı olarak eğitim görürlerdi. Ben de her hafta, buradan oraya gider ders verirdim. Ve size enteresan bir müşahademi arz edeyim. Ramazan günleri, sendikacıların içinde bir-iki kişi oruç tutardı, istanbul'da aynı seminerleri işverenlere verirdik. Burada da Ramazan günleri bir-iki kişi oruç tutardı, işverenler inanç bakımında zayıf, işçiler inanç bakımından kuvvetliydiler. Türkiye'nin paradoksu buydu. 80 yıllık cumhuriyet dönemindeki kavgaların temelinde bu faktör vardır. Bütün dünyada böyledir, ideolojiler sadece görünürdeki sebeptir.
Onun için Türkiye'deki bu mefhumlar, sağ-sol mefhumları yanlıştır. Çünkü gerçekteki durumu izah etmez. Bunlar, Batı cemiyet modelinin mefhumlarıdır. Batı'da umumiyetle dört kurum cemiyete tesahül eder. Üst bürokrasi, sermaye, ordu ve kilise. Bu dördü, toplumun kültür yapısını ve değerlerini muhafazaya çalışır. Devletin de sahibi onlardır umumiyetle. İngiltere'de devletin sahibi Kraliçe'dir. Hükümetler hikâyedir; BBC, ordu, istihbarat servisi hepsi Kraliçe'ye bağlıdır. Devlet, Kraliçe'dir,
hükümetler iş görür. Kraliçe, aynı zamanda ingiltere'deki Anglikan Kilisesinin başkanıdır. Hilafet sistemi vardır ingiltere'de, ingilizler, kendi ülkelerine çeşitli isimler takarlar ihtiyaca göre. Kültür ve lisan söz konusu olunca, "ingilizce" derler, taviz vermezler. Ama devlet tarif edilirken, "Great Britain (Büyük Britanya)" derler. Krallıklar söz konusu olunca da, "United Kingdom (Birleşik Krallık)" derler. Müstemlekeleri elden çıkınca, onları elde tutmak, onlardan kopmamak için de "Common VVealth (Refah Topluluğu)" diye bir isim uydurmuşlardır. Bugün 33 devlet bunun içindedir. Bu Common VVealth, aynı zamanda "sterlin" bölgesidir; ticaret birliği sağlıyor ve onun başkanı da Kraliçe'dir. Güney Afrika da, Hindistan da, Pakistan da, Kanada da bunun içindedir.
O bakımdan bunları iyi bilmek lazımdır. Dolayısıyla, Türkiye'nin meselesi, biraz da cehalet meselesidir. Türkiye olarak ne kendimizi ne de dünyayı tanıyoruz. Bir de dilimizi kaybetmişiz, onun için de doğru düşünemiyoruz. Hem dilimizi hem de dinimizi kaybediyorduk, neyse şimdi dinimizi biraz muhafaza etmeye çalışıyoruz.
İstanbul Üniversitesindeki doktora döneminize geri dönersek...
Kürsüye devam ettik. Doktora dersleri devam ediyor. Fethi Okyar'ın oğlu Osman Okyar Maliye kürsüsünde asistan. Sadun Aren ile de doktorada aynı sınıftayız. Sene ortasında isviçre'den bir talebe daha geldi. Osmanlı son sadrazamının oğlu. işte o vakit Haydar Kazgan ile Gülten Kazgan da doktoranın birinci sınıfında talebeydiler. O vakitler mastır sistemi yoktu. Doktora vardı, ancak dersler iki sene idi. Birinci senesi mastıra tekabül ediyordu. Biz Mülkiyede iken, isteyen talebe üçte ve dörtte bu mastır birinci sınıf seminerini yapabilirdi. Yaparsa, ilk sınıfını atlamış olurdu. Bendeniz de, Mülkiyede iken, işte o semineri yapmıştım. "Türkiye'de Turizm" mevzusunu işlemiştik, sene 1946. idari Hukuku'ndan da bir seminer almıştık. Burada da "Âsar-ı Atika Nizamnamesi ve Türkiye'de Abideler"i inceledik. Dolayısıyla, bendeniz direkt ikinci sınıfa gitmişti.
Geriye dönüp hayat hikâyenize bir ekleme yaparsanız...
1934'te istanbul'a geldiğimiz zaman sekiz
yaşındaydım ve üçüncü sınıftaydım. Beni ilk önce ikiye aldılar, sonra tekrar üçe geçtik. 16. ilkokul'da okudum. Fatih Çarşambası'ndan Fethiye'ye doğru bir cadde gider, ordan Draman'a iner. Orada tek katlı uzun bir ilkokul vardır: 16. ilkokul. 0%zaman numara verilirdi okullara. Çarşamba'da 15. Okul, 60. Okul vardı yine.
Şimdiki Fatih Kız Lisesinin bulunduğu yer dedemin konağıydı. Dükkânlarda bizimdi. Annemin orada hâlâ bir dükkanı vardır. Evimiz Beyceğiz Caddesi'nde 48 numaradaydı. 1934 yılında geldiğimizde bir süre dedemin evinde oturduk, onlar bizden evvel gelmişti. Sonra 2 bin 500 liraya iki katlı bahçeli bir ev aldık. O vakit, Türkiye'de tam deflasyon hâli vardı. Para değerli, mal değersizdi. Onun için "Para, mal getirir, mal para getirmez" denirdi. Bugünkünün tam tersi! Rahmetli babam kereste ticaretiyle uğraşırdı. Burada açamadı, ona çok üzülmüştü. Kayınpederi bakkal dükkanı açmış. Çünkü Rumlar gidince burdan ordan gelenler, ne kaçırabildilerse kaçırmışlar. Meslek icra etme imkânları yok, hep bakkal işlerine girmişler.
Liseye girdik. Hasan Ali Yücel Maarif Vekili. Hasan Ali Yücei'in Maarif Vekilliği dönemi, Batılılaşma hareketi var; liselere, Farsça ve Arapça yerine Latince koymak isteniyor. O bakımdan da bir pilot deneme yapmak istiyorlar. 1940'ta "klasik sınıf" adı verilen sınıflar açıldı. Vefa ve Galatasaray liselerinde ve Ankara'da da bir okulda.
Derslere girdik ve bir iki ay sonra sınıflardan talebeler seçtiler. 40 talebe seçerek klasik şubeler açtılar. Dediler ki: "Burada her gün Latince dersi verilecek, hocaların hepsi üniversiteden gelecek, kültür derslerine ağırlık verilecek, mezunları Avrupa'ya göndereceğiz." Böylece Batılı bir nesil yetişecek. İşte ilk örneği bendeniz.
Benden sonra ikinci sınıfta Cevat Babuna gibi birkaç isim var. Daha sonra kapandı. Bu sınıflardaki derslere hakikaten üniversitelerden hocalar geliyordu, çok sıkı oldu. Lisans dersleri de ağır. Fen dersi hocaları da çok çetindiler. Bunun üzerine talebeler kaçışmaya başladı. Neticede biz 13 kişi kaldık. Mevcut da azalınca, biz özel bir eğitim görmüş olarak mektebi bitirdik.
Vefa Lisesi'nden iki hocamız vardı. Birisi felsefe hocamız Nurettin Topçu, öbürü de tarih hocamız Reşat Ekrem Koçu (istanbul Ansiklopedisi'nin sahibi). O, derslerde kitaptan hiç ders anlatmazdı. Mesela bir Sultanahmet'i üç derste anlatırdı. Bizi alırdı, camileri gezdirirdi. Rahmetli Nurettin Topçu zaman zaman şakalaşırdı ve derdi ki: "Sizin zihninizi bir sürü işe yaramaz bilgiyle dolduruyorlar, işe yaramaz hâle geldiğinize kanaat getirdiklerinde de mezun ediyorlar sizi."
Bizim dönemimizde üniversitelere giriş imtihansızdı. Sadece parasız yatılı olan okullar imtihanlıydı. Mülkiye ile mühendis mektepleri imtihanla öğrenci alırdı, ikisi de parasız yatılı idi. Diğerlerine öğrenciler istedikleri gibi kayıt olurlardı. Bizim Nurettin Topçu'nun talebeleri en yüksek puanları almışlardı felsefe imtihanlarında.
O dönemin sosyal ve siyasi hayatından biraz söz edebilir miyiz?
1950'ler. Demokrat Parti iş başına geçince halk kendini bulmanın ve değerlerini yaşamanın yollarını aramaya başlamıştır. O dönemlerde Türkiye halkı fakir ve cahildi. "Yol vergisi" diye bir şey vardı. Parayı veremeyen kişiler resmen yollarda çalıştırılırdı. Zonguldak vilayetinde oturanlar senenin belirli aylarında maden ocaklarında çalışmaya mecbur idi. "Cebrî istihdam" sistemi vardı. Köylere, okullarını kendilerinin yaptırmaları zorunlu olarak bildirilmişti. Aynı dönemde köylerde cenazeleri kaldıracak hoca bulunmaz olmuştu. Son Başbakan Şemsettin Günaltay, artık halk
isyana yaklaştığından, patlama noktasına geldiğinden İmam-Hatip Okulları'nı açma projesini başlattı.
O zaman Milli Kalkınma Partisi'ni kuran Nuri Demirağ, ilk defa merasimlerde kurban kesmeye başladı. Eskiden açılış ve temel atma törenlerinde şampanya parlatılırdı. Milli Kalkınma Partisi, Demokrat Partisi'ne muvaza partisi derdi. Milli Kalkınma Partisi'ni kuranlar mütedeyyin, inançlı ve vatanperver insanlardı ama politik sahada tecrübeleri yoktu. Başarılı olamadılar ve İngiltere'deki Anglikan Kilisesinin başkanıdır. Hilafet sistemi vardır İngiltere'de,
tasfiye oldular. Demokrat Partililer ise siyasetin rahle-i tedrisinden geçtiklerinden tecrübeli insanlardı, samimi dindar değillerdi. Demokrat Partililer, Halk Partisi'nin iyileriydiler. Halk Partisi'ndeki muhalefeti temsil ederlerdi. Başbakan Adnan Menderes bunun iyi bir örneğiydi. Samimi Müslümanların yetişmesine zemin hazırladılar. Kendileri öyle olmasalar da, iyi insanları yetişmesine imkân sağladılar. Dolayısıyla hayırla yad etmek gerekir.
Bendeniz böyle bir dönemde doktorayı bitirdim. Sonra yedek subay olarak askere gittim. Fakat içimde yine üniversiteye girme arzusu var. O vakit hocalarımın hepsi Almanya'ya gittiler. Ben de irtibat kurmak istiyorum fakülteyle. Asistanlığa nasıl girerim, diye düşünüyorum. Bitirme tezi hazırladığım sırada, Almanlar'ın yetiştirdiği ilk nesil hocalar Almanya'dan Türkiye'ye geri döndüler. Yedek subay iken asistanlık imtihanı açıldığını duydum. Geldim, imtihana girdim, imtihanı kazandım. Fakat bana tam olarak anlatmıyorlar, sonradan öğrendim ki, fakülte içinde çekişmeler var. Gruplar oluşmuş, karışık bir yapı var.
Hocalar, "Kadro problemlerimiz var, siz bir süre daha kaymakamlığa devam edersiniz." deyince ben de kaymakamlıktaki görevime bir süre geri döndüm. Kadro* problemleri hallolunca 1953 yılında asistanlığa başladım. Başlayacağım zaman, bu sefer -Kör ölür badem gözlü olur, hikâyesi misali-içişleri Bakanlığı'nda kıymete binmişiz. Bana izin vermediler. O zaman hemen, yanında staj yaptığım Fatih Eski Kaymakamı, zamanın Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekili Agâh Bey'e gittim. Dedim ki: "Ben imtihanı kazandım ama gitmem için izin vermiyorlar." Agâh Bey, "Bu konuyu hayatımın en önemli görev telakki ederim, ben de vaktiyle asistan olmuştum, gitmedim, şimdi bin pişmanım." dedi. Hemen beraber içişleri Bakanlığı'na gittik. Agâh Bey içeri girip, bakanla görüştü. Sonra dışarı çıktı ve beni emniyette önemli bir göreve getirmek istediklerini, bunun için de Amerika'ya göndereceklerini söyledi. Ben de, buraya pazarlık yapmaya gelmediğimi söyledim. Agâh Bey, tekrar içeri girdi ve gerekli izni çıkardı. Ardından göreve başladık, işte sosyal siyaset maceram da böylece başlamış oldu.
1955 yılında doçentliğimi Amerika'da yaptım, Cornell Üniversitesi'nde. Bu üniversite, Sosyal Siyaset'in müstakil olarak tek fakülte olduğu üniversiteydi. Harward, Yale, Colombia, Cornell, Princeton. Amerika'nın beyin takımını yetiştiren üniversitelerdi. Orada doçentlik tezimi hazırladım ve geldim ve 1957 kasımında doçent olarak derslere başladım.
Amerika'da ne kadar kaldınız?
iki sene kaldım. Amerika, o zaman kendi kabuğunun dışına çıkıp dünya siyasetinde etkin rol oynamak için dünyanın değişik ülkelerinden insanlar getirip ülkesini tanıtıyordu. Farabi Sokak'ta büyük bir bina almışlardı. Ona ICA (International Cooperation Administration), teşkilatı denirdi, sonra AID adını aldı. Orada bizim her bakanlıkla ilgili mütenazır departmanlar vardı. Bizde bulamadığınız bilgiler, orada bulunurdu!
Ben Amerika'da dört yeri görmek istedim: devlet dairelerini, sanayi tesislerini, işçi sendikalarını ve üniversiteleri. Buna göre bir program yapıyorlardı haftalık ve gönderiyorlardı. Ziyaretlerimi yaptıktan sonra dönüyordum, faturalarımı verip yeni programı alıp yeniden ziyaretlere çıkıyordum. Bu sayede neredeyse bütün Amerika'yı dolaştım. Kanada'ya da gittim. Yahudilerin üniversitelere kota ile girdikleri bir dönemdi o dönem. O dönem Amerika'da Yahudilere karşı bir tutum yaygındı. Chicago'daki aristokrat kulüplerinde, "Buraya köpekler ve Yahudiler giremez." diye yazılar vardı. Şimdi ise Yahudiler başkalarına kota koyuyor!
Tezimi orada hazırladım ve Türkiye'ye gönderdim. 1957 Kasımı'nda doçent olarak derslere başladım. Döndükten sonra verdiğim dersin adı da Çalışma Ekonomisi (Labor Economics) idi. O zamana kadar böyle bir ders yoktu. Kessler'in dersi içtimai Siyaset'ti, Orhan Bey'inki de Sosyal Siyaset'ti. Ben iktisadın içindeki çalışma ekonomisi, ücretler, prodüktivite, istihdam, işgücü gibi iktisadi konuları ele aldım. Haftada iki saat dersim vardı. O iki saatlik ders için bir hafta boyunca hazırlanırdım. Verdiğim notlar da sonra kitap oldu. "Çalışma Ekonomisi" kitabı işte odur.
Tabi, daha sonra başka dersler de vermeye başladım, iktisadın ve sosyal siyasetin her konusunu ders olarak verdim. Çocuklara "Bir yere takılıp kalmayın." derdim. Sağ ayağı ile belli bir yere basmalıdır, sol ayağı da bir daire çizmelidir öğrenci. Bu da bakış açısını genişletir. Şimdikiler çok farklı oluyor. Hocalar tekniker gibi oluyorlar. Müderrislik makamının istediği bu değil. Bunun için de, sosyal siyasette sosyal güvenlik, sosyal yardım, çalışma ekonomisi, (sosyal siyaset
Çocuklara "Bir yere takılıp kalmayın." derdim. Sağ ayağı île belli bir yere basmalıdır, sol ayağı da bir daire çizmelidir öğrenci. Bu da bakış açısını genişletir. Şimdikiler çok farklı oluyor.
açısından) şehircilik dersleri okutulurdu. yapısı, bizim kürsünün yapısıdır.
Bu arada, Türkiye'de Bölge Planlama Teşkilatı kuruldu, 1950'li yıllarda, istanbul'da da belediye binasının içinde bir Bölge Planlama Müdürlüğü kuruldu. Bir Belediye Planlama Müdürlüğü vardı; müdür Turgut Cansever idi. Bir de Bölge Planlama Müdürlüğü vardı, onun müdürü de Tuğrul Akçora idi. Bunlarla istanbul'un nâzım planını yapma çalışmasının genel koordinatörlüğünü yaptım, istanbul'un bütün fabrikalarını, belediye çalışanlarıyla birlikte tek tek tespit ettik. Sanayi tesislerinin, fabrikaların özelliklerini, kapasitelerini özelliklerini yazdık. Haritalandırma yaptık. Amerika'dan uzmanlar gelip çalışmamız hakkında bilgi aldılar. Bu, daha sonra, benim profesörlük tezim oldu. "Bölge Planlama Açısından istanbul Sanayi Bölgelerinin Yapısı" diye. Daha sonra bir kitap çalışması oldu. Bu araştırma Milli Birlik Komitesi'ne de gitti. Komite'nin tasdikinden geçtikten sonra istanbul için Nazım Plan Bürosu kuruldu. Nazım Plan Bürosu, benim çalışmamı esas alıyordu. Daha sonra ben Almanya'ya gittim. Döndüğümde baktım, o çalışmanın ayrıntılarını önemli ölçüde kaybetmişler. Yani, bölge planlama, şehircilik ve çevre konuları bizim kürsümüzün içindeydi.
Dolayısıyla, sosyal siyasetin geniş manalı 1980'de Suudi Arabistan'a gittim. Oradaki okullarda ders verdim. Döndüğüm zaman YÖK kurulmuştu. Bizim bölümün ismini değiştirmişlerdi. Değiştiren de bizim bir arkadaşımızdı. Bölümün adını "Sosyal Güvenlik ve Endüstri ilişkileri" diye koymuşlar. Orhan Hoca kıyameti kopardı. Ben gelince topladım kürsüdeki insanları ve dedim ki: "Böyle saçmalık olmaz". Bu "sosyal güvenlik" olmaz. Nusret Ekin ise, "Endüstri ilişkileri" diyordu. Neticede "Çalışma Ekonomisi ve Endüstri ilişkileri" olarak değiştirdik.
Sosyal Siyaset bölümüne gelirsek...
Sosyal Siyaset, bizim bölümde bir dal olarak okutuldu. Bunun yanı sıra çalışma ekonomisi, sosyal güvenlik, iş hukuku, toplu pazarlık, insan kaynakları (eskiler beşeri münasebetler derlerdi) vardı. Bu konu ğ başlıkların hepsi geniş manada sosyal siyasetin içine girer. Burada işsizlik, köylülün sefaleti, gecekondu, hamallar, sigorta, kredi kartı gibi meseleler girer. Şöyle ifade edersek, bir cemiyette sefaleti ve sefahati önlemek üzere alınan tedbirlerin hepsine sosyal siyaset denir. Dar manada alırsanız, o vakit, daha çok işçi meseleleri ön plana çıkar. Şimdi tabi, çok daraldı. Çocuklar, sendikaları bile tanımaz oldular!
Çalışma ekonomisi şimdi daha çok insan kaynakları boyutuna indirgendi.
Evet modaya uyuldu. "Yeni bir şey söylemek zamanıdır." derler ya, bu gibi şeylerden hareketle değişiklikler yapılıyor. Ama kimi zaman yanlış yapıldığı çok sonradan ortaya çıkıyor. Dünyada, söylenmemiş söz yoktur. Her şey söylenmiştir. Medeniyet, gelişmek, değişmek: Bunların hepsi hikâyedir. Kimin ne kadar geliştiğini Allah bilir. Seba melikesi, Hz. Süleyman'ın yanına geldiği zaman, eteklerini tutup da havuza girdiğini zannettiği şey neydi? Camdan yapılmış bir zemindi. Şimdi öyle bir yer yok. Binlerce sene evvelki medeniyet bu işte. Gelişti mi, geriledi mi? Ahlâkî boyutlarıyla, sosyal yapısıyla Osmanlı Devleti'ne bakın: Mesela bir ibn Battuta Seyahatnamesi'ne bakın. Bir o zamanki döneme bakın, bir de şimdiki döneme. Ne pasaport problemi var, ne vize problemi var, ne milliyet meselesi var, ne ekmek problemi var! istedikleri gibi seyahat edebiliyor insanlar. Gidilen yerlerde de hep yardım teşkilatları var, oralarda kalıyorlar. Vakıf teşkilatları var. Türkiye'ye geldiklerinde de ahi teşkilatı, insanlar, "Ben dünyada böyle güzel insan görmedim." diyor. Herkes yarışıyor misafiri paylaşmak için. islam'ın hâkim olduğu dünya ve islam'ın uygulandığı bir dünya da kesinlikle çok farklıydı. O zamanlar insanlar fevkalade mutlu, bütün dünya bir tek devlet gibi, tek bir toplum gibi.
O zaman tekrar "sosyal devlet" gibi bir isme gerek kalmıyor?
Bunlar, islami bakımdan kabule şayan laflar değildir, islamiyet, kompartmantalizmi kabul
etmez. Tevhit dinidir. Adaletin, sosyali, iktisadisi, ailesi bilmem nesi jj^ur mu? Adalet bir küldür, hayatın her safhasında, her zerresinde olmalıdır. Batı sisteminde ilimler kompartmantaldir, bölümlere ayrılmıştır. Farklı farklı kompartımanlar vardır, islami anlayışta bu yoktur, bütünlük vardır, tevhit vardır. Cüzler, küllün parçalarıdır. Cüz-kül münasebeti vardır ama cüz külden bağımsız değildir, iktisat kendi içinde bir branştır, ama islam'ın bütünü içindedir. Adalet bir küldür, her yerde olur. Ana-baba da çocuklarına adaleti uygulayacak, amir de memurlarına adaleti uygulayacak. Çiftçi, ekiminde mahsulüne karşı adaleti uygulayacak, insan, çevresine karşı adil davranacak, Allah'ın verdiği nimete hor bakmayacak. Onun içindir ki "Adalet mülkün temelidir." denilmiştir. Mülk, burada kâinat manasındadır. Kâinatın temeli adalettir. Çünkü Cenab-ı Hakk, onun üzerine kurmuştur sistemi. O yüzden denilmiştir ki, "Bir toplum, bir devlet küfür ile batmayabilir ama zulüm ile payidar kalamaz." Zulüm, adaletin zıddıdır.
Dolayısıyla, Batılı terminoloji kafamızı karıştırıyor. Şimdi biz, tam kendimiz olamıyoruz, kendi mefhumlarımızı bilmiyoruz ve kullanmıyoruz. Batı mefhumlarını alıyoruz, ama hâlbuki onların ki bize uymuyor; ya dar geliyor ya da geniş. Onun için tabi ki zorlanıyoruz. Tıpkı bu sağ-sol gibi.
Batı ile bir mukayese yaparsak...
Batı'da dört unsur muhafazakâr olmuş. O yüzden de onlara conservatist denmiştir, yani toplumun değerlerini muhafaza
ediyorlar. Kilise, ordu, sermaye ve entellektüeller. Bizde cami bürokrasiden kopuk, ordunun camiyle ilgi ve alakası kesik, sermaye çevreleri camilerden uzak. Dolayısıyla, bu üç grup camiden kopunca seküler hâle fcürünmüşler. Hâlbuki toplumun bütün içtimai değerleri islami naslarve prensipler üzerine kurulmuş. Bin yıllık bir süzgeçten geçerek gelmiş ve örf, adet, töre, gelenek ve görenekler halinde toplumun hayatına bir şekilde girmiştir. Şimdi Türkiye'de bürokrasi, ordu ve iş çevreleri bunlara karşı çıkıyor. Muhafazakâr değil, reaksiyoner oluyorlar. Hâlbuki kendi maddi menfaatleri itibariyle muhafazakâr olmaları gerekiyor.
O yüzden, mesela istanbul'da fakir semtlerde hep muhafazakâr partiler kazanıyor. Oysa o fakirlerin solcu olmaları, radikal olmaları gerekirdi. Ama millet içtimai değerlere sahip çıktığı için, fakir olmalarına rağmen bu değerleri muhafaza eden partilere oy veriyor. Zenginler, bürokrasi ve ordu ise devlete sahip olmaları gerekirken, muhafazakâr olmaları gerekirken, milletten koptukları için, milletin değerlerini benimsemedikleri ve karşı çıktıkları için halkla zıt olan partilere oy veriyorlar. Moda'da, Şişli'de solcu partilere oy verilmesi gibi. Onun için sağ-sol tabirleri bizim toplumuza uymaz.
Mesele böyle olunca, Batı'daki kavramları aynen burada kullanamazsınız. Olmaz. Onun için o tabirleri kullanmak doğru değildir. Neye göre sağ, neye göre sol? Çünkü İslam, bir bütündür. Eğer soldan kastedilen adalet ise, o islam'ın içinde, özünde zaten vardır. Dinin yarısı ahlaktır. Bunun içinde zaten her türlü güzel değer var. "Komşusu aç iken ona bigane kalan bizden değildir.", "Çalıştırdığın işçinin ücretini teri kurumadan veriniz." diyor Peygamber Efendimiz.
Diğer taraftan zekât mecburiyeti var. Zekât bir sosyal yardım dsjğildir. Zekât, fakirin zengindeki hakkı, zenginin fakire borcudur. Hak karışmış olabilir çünkü; zekât bir tezkiye, temizleme unsurudur. Karışmış olabilecek haramları temizlemek için zekât verilmek zorunda. Bu, ihtiyari değildir, gönül isterse verilir, değildir. Sadakay-ı cariye ondan sonra başlar.
Faizin haramlığı niçindir? Şu dünyanın ve Türkiye'nin hâline bakınca, Allah'ın faizi niçin yasakladığını gayet güzel anlarsınız. Faizin yasaklığı, iki kişi arasındaki alacak-borç münasebeti değildir. Makro olarak yasaktır, islam'da para karşılığından para kazanmak yasaktır. Dolayısıyla İslam iktisadında karz/kredi kavramı yoktur. Kredi olamaz, çünkü kredi borç demektir, iktisadi hayatta borç -eğer hayır kurumu değilse- niçin verilir? Tabi ki para kazanmak için. Paradan para kazanmanın adı ise faizdir. Kur'an-ı Kerim'de onaltı yerde faiz yasaklanmıştır. Ve bir yerde Allah-u Teala, "Faiz alan ve veren Allah'a ve peygamberine harp açmış demektir." Açın bakın Kur'an-ı Kerim'e! Bugünkü dünyanın hâli bu. Bugünkü dünya Allah'a ve peygamberine harp açmış insanlar eliyle yönetiliyor, işte onun için terörizm, herşey var. Teknoloji var, sermaye var, herşey var ama her gün 50 bin kişi açlıktan ölüyor, 5 milyar insan sefalet içinde iken birileri ise onları sömürüyor. Bu mu "sosyal adalet"? işte kapitalist sistemin getirdiği sosyal adalet bu!
Bunun sebepleri nedir?
Bunun en bariz sebepleri, zekâtın düzenli olarak verilmemesi ve faiz sisteminin sürdürülmesidir. Batı'nın çarkı faiz sistemi ile dönüyor. Kapitalist iktisadın temeli faizdir. Faizi kaldırdınız mı, Batı biter. O zaman islam iktisadı başlar.
Burada ikame edilen unsur denir? Kâr-zarar ortaklığıdır. Sermaye-teşebbüs ortaklığıdır. Onun için teşebbüssüz sermaye, islam'da üretim faktörü değildir, müteşebbis sermaye üretim faktörüdür ve geliri de kârdır. Onun için islamiyet'te üretim faktörü üçtür: Müteşebbis sermaye, emek ve tabiat. Gelirler de o zaman üçe ayrılıyor: Kâr, ücret
ve kira (rant değil). Rant ve faiz, iktisat tarihinde de hep tartışmalı olmuştur. Rant ve faize İngilizce'de unearnedincome, yani hak edilmemiş kazançtır. Adalet meselesi islam'ın özünde vardır, "islam iktisadı"nı anlattığım zaman çoğu solcu hocalar "Efendim, biz bunları bilmiyoruz." derlerdi. islam'ın içinde sosyal siyasetin unsurları da vardır. Ama yerine göre, toplumuna, zamanına göre, bazen içtimai adalete daha çok önem verilmiştir. Mesela, ibni Teymiye daha çok, islam'ın sosyal adalet tarafı üzerinde durmuştur. Öbür yandan örneğin, Osmanlı toplumu daha müreffeh bir toplumdur. Orada daha liberal gibi gözüken davranışlara rastlanabilmektedir. islamiyet'te borç kesinlikle tavsiye edilmez.
Peygamberimiz dua ederken şöyle derdi: "Ya Rabbî, beni günah işlemekten ve borca girmekten koru, muhafaza eyle". Şimdi "Borç yiğidin kamçısıdır." derler. Ama buna benzer sözlerin hepsi islam'a aykırı, yanlış sözlerdir. Müslümanlara ait sözler değildir. Hele tüketim için borç kesinlikle alınmamalıdır. Ancak üretim için o da mecbur kalınırsa kâra ve zarara ortak olunarak alınır, islamiyet'te ikraz müessesesi yoktur, ikraz olmayınca, faiz de yoktur. Onun için ben diyorum ki: "Bankalarda kredi departmanı olmaz., siz bu lafı kullanamazsınız." islamiyet'te kredi veya ikraz bîr tek şey için verilir: Allah rızası için. Ona da karz-ı hasen denilmiştir. Borç Allah için verilir.
islamiyet'te servet Allah'ın dileğiyle olur. Ferdin çalışmasının mahsulü değildir. Her çalışan zengin olamaz. Allah, herkesi bu dünyada bir şekilde imtihan eder. Kimimizi servetimizle, kimimizi fakirliğimizle, kimimizi
güzelliğimizle, kimimizi çirkinliğimizle, kimimizi soyumuzla vs. "Bakalım karşılığını veriyor muyuz?" diye teste tâbi tutuluyoruz. Cenab-ı Hakk der ki, "ilmi çalışana, serveti dilediğime veririm." Bu serveti Allah yolunda kullanıyor mu? Allah'a şükrediyor mu? PeygaPnber Efendimiz de, "Bir adamın servetini nereden kazandığını tespit etmemiz için uzun boylu düşünmemize gerek yoktur. Nereye sarf ettiğine bakın, anlarsınız." diyor. Eğer kişi servetini hayır yolunda sarf ediyorsa hayırdan gelmiş demektir. Hayır da bir nasip işidir, herkese nasip olmaz. Helal yoldan gelen kazançlar ancak hayır yolunda kullanılabilir.
Dolayısıyla ana parametreler bunlar olmuş oluyor...
Evet, işte bu parametreler bilinirse, ne Marksizm'e lüzum kalır ne de komünizme; kapitalizme de yer kalmaz. Çünkü faizi yasaklıyorsun, zekâtı mecburi kftıyorsun. Miras sisteminde ne deniyor, "Mirası koyduk ki, servet aranızda dönen bir varlık olmaktan çıksın diye." Yani servet, topluma yayılmak isteniyor, dolayısıyla hem kapitalizmin teşebbüs hürriyeti, üretim, verimlilik gibi faktörlerine önem verilmiştir hem de Marksizm'deki dağılım hakkı bulundurulmuştur.
Marksizm, dağılıma önem vermiş, ancak üretimi beceremediği için yıkılmıştır. Kapitalizm, üretime önem vermiş, ancak bölüşümü adil olarak sağlayamamış; o yüzden başı dertte, islamiyet'te, her ikisine de denge içinde yer verilmiştir, islamiyet bir denge dinidir. Dengeler bozuldu mu, kâinat da yıkılır, insan da yıkılır, aile de yıkılır. Her şeyde denge esastır. Dengeler de zıtlardan meydana gelir. Zıtları dengeli birleştirirsen, artı-eksi (anotla katot) bir araya geldiğinde nur meydana gelir, ziya ortaya çıkar. Ama kısa devre yaparsan, yakar! Ailede dişi ile erkek bir araya gelir, eğer dengeli olursa huzlr içinde bir aile meydana gelir. Bunun gibi, kâinatın her safhası bir denge içindedir ve denge de adalete dayanıyor, adaletle saptanıyor. Dolayısıyla, adaletin olduğu yerde zaten onun sosyali, iktisadisi, siyasisi de vardır.
Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkürler.
Ben de teşekkür ederim.
Prof. Dr. Sebahattin ZAİM, "hocaların hocası" olarak bilinir. Aslında sadece hocaların değil, bir çok siyasinin, bürokratın ve yöneticinin de hocasıdır. Sosyal politika denince de akla gelen önemli isimlerden birisidir. Çünkü akademideki çalışmalarının ve asra varan çabasının bir kısmı bu alanı ilgilendiriyor. Onun öğrencileri bugün bugün birçok sosyal kurumda, projede sorumluluk sahibi, ZAİM Hoca, öğretici olmasının yanında uygulayıcı yönü de bulunan bir kişilik. Bu sebeple, sosyal devlet ve sosyal politika alanında söyleyecekleri daha bir önem arz ediyor.