Turgut CANSEVER
 
• 1 920'de Antalya'da doğdu. 1 946'da istanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü'nü bitirdi. 1949'da istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü'nde doktorasını tamamladı. 1950-51 'de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde öğretim üyeliği yaptı.
 
• 1 957'de istanbul Belediyesi'nin planlama çalışmaları yürüttü. 1960'ta Doçent oldu. Aynı yıl ODTÜ Mimarlık Fakültesi'nde iki yarı yıl diploma projesi yöneticisi oldu. 1959-60'ta kuruluşunda bulunduğu Marmara Bölgesi Planlama Teşkilatı Başkanlığı'nı, 1961 'de istanbul Belediyesi Planlama Müdürlüğü'nü yürüttü. 1974'te imar ve iskân Bakanlığı'nda danışmanlık, 1974-75'te istanbul Metropol Planlama Dairesi'nde başkanlık yaptı.
 
• 1 974-77 arasında Avrupa Konseyi Türk Delegasyonu Üyeliği'nde bulundu. 197580 arasında istanbul Belediyesi'nde, 1980'de Ankara Belediyesi'nde metropol planlama, yeni yerleşmeler, kent merkezleri ve koruma sorunları gibi konularda danışmanlık görevleri üstlendi. 1 980'de Edirne Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi (bugünkü Trakya Üniversitesi) Mimarlık Bölümü'nde bir yarıyıl diploma projesi yönetti. 1983'te Mekke Üniversitesi'nde eğitim programını hazırlayan kurumun danışmanı olarak çalıştı, aynı yıl Ağa Han Mimarlık Ödülü için jüri üyesi seçildi.
 
• Turgut Cansever, çeşitli alanlardaki tasarım ve uygulamalarında modern mimarlığın sorunlarına tarihî, çevresel ve kültürel değerlere ağırlık vererek yaklaştı. Ankara'daki Türk Tarih Kurumu Binası, Bodrum'daki Ertegün Evi (1 980) ve Demir Turizm Kompleksi (1 992) ile üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü'ne layık görülmesinin yanı sıra, çeşitli ulusal ve uluslararası yarışmalarda dereceler aldı. "Kubbeyi Yere Koymamak", "İstanbul'u Anlamak", "İslam'da Şehir ve Mimarî", "Mimar Sinan" Cansever'in önemli kitaplarıdır.
Toplum, Turgut Cansever'de nasıl bir tanım bulur ve bu tanım etrafında Türk toplumsalını algılayışınızı öğrenebilir miyiz?
 
Toplum, birbirine yakın insanların vücuda getirdiği bir bütünlüktür. insanlığın birbirine yakın olmadığı bir ortamda, bir toplumdan söz etmek mümkün olmaz. Ancak bu bir anarşik yığın olabilir. Maalesef biz de benzer bir yapılaşmaya doğru gidiyoruz. Ancak bir toplum olarak organize olmamış, birbirini yeteri kadar desteklemeyen, bugüne göre daha az onurlu bir dönemin içinden geçtiğimiz de bir gerçek. Bu geçiş döneminin temelinde Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranların getirdikleri temel ideoloji var. işte bu devletçilik ideolojisi. Bu ideolojiye göre, her şeyi devletin yaptığı, devletin düzenlediği bir toplum telakkisi hakim. Bu, tabi Cumhuriyeti kuranların, idare edenlerin, Cumhuriyet'in oluşumunda ön planda olanların bir söylemi değildi. Bu daha çok Genç Osmanlı'nın söyledikleri sözlerdi.
Osmanlı'yı eleştiren bu nesil, Osmanlı'nın devlet yapısını eleştirerek, adeta her şeyi belli merkezlerden idare eden, güçlü organların olmadığı bir yerde, toplumun, devletin olmadığı kanaatine vardı. Burada iki şey nakletmek istiyorum. Konfüçyüs "En iyi hükümdar halkını en az idare eden hükümdardır." diyor. Buna tekabül eden Hz. Peygamber'in bir hadisi var. Hz. Muhammed "Halk, Haktır." buyuruyor. Osmanlı, halkı çok az idare ediyorsa, hatta idare etmiyorsa, halkın Hakk olduğu bilinciyle idare etmiyordu. Halkının kendisinin organize olması, teşkilatlanması ve halkın teşkilatlanma ile bütün toplumsal işleyişi, gerek ekonomik gerekse sosyal işleyişi ile bir bütün olmasını istiyordu.
 
Küresel ve bölgesel anlamdaki değişimlerin etkisiyle konut, mimarî yapı ve düzen açısından dünya nereye doğru gitmektedir?
 
Bugün dünya nüfusu 6 milyar, bir kaç milyar kişi şehirlerde yaşıyor. Önümüzdeki 40-50 sene içerisinde dünya nüfusu 10 milyar olacak. Bugün 2-3 milyar kişi şehirlerde yaşarken, o zaman 8 milyar kişi şehirlerde yaşayacak. Yani mevcut şehirlerde eskiyecek yapıları da hesaba katarsanız, 7-8 milyar insana ev ve şehir inşa etmek zorunda kalacaksınız. Bu rakam, bütün insanlık tarihi boyunca inşa edilenlerin birkaç misli oranında yeni yapılar inşa etmek gerekliliği anlamına geliyor. Bunu yapmadığımız takdirde oluşacak şey, bütün insanlık için akıl almaz bir durumu beraberinde getirir.
 
Bugün sokak ortasında insanlar birbirlerini bıçaklıyorsa, bu gecekondu kültürünün bir uzantısıdır ve bunda konutlaşmayı önemsemeyen bütün merkezî ve yerel hükümetlerin sorumlulukları vardır. Bu, belki 20 sene sonra daha da akıl almaz bir hâle gelecektir.
 
Türkiye'de, 1940'lı yıllarda ilk gecekondular gündeme geldi. O dönemde nüfus artış işleriyle coğrafyacılar ilgileniyordu. Coğrafyacıların nüfus artış tahminlerine dayanarak, o dönemde 980 bin olan istanbul nüfusunun 3 milyona erişeceği tahmininde bulunmuştuk. Bu tahminlerle birlikte istanbul Teknik Üniversitesinden şehir plancısı Cemal Ahmet, Müfit Gökdoğan hocaları da yanımıza alarak, nüfus artış rakamlarını da ele aldık. Onlar bize "Eğer sizin tahminleriniz doğrultusunda istanbul'un nüfusu artarsa, istanbul toprakları batar, çamur deryası olur, bu şehir bu nüfusu kaldırmaz." dediler. Hz. Peygamber "Ümmetin zevali kötü alimler ve kötü emirlerden olacaktır." der.
 
Dünyada tek doğru tek iyi biz değiliz. Herkesin kusuru vardır. imkân nispetinde daha geniş ortak zemin oluşturmaya çalışmak vazifemiz olmalıdır. Ben, doğrusu bütün iyi niyetli insanların gelişmek için daha geniş ortak bir zemin aradığını düşünüyorum. imkân nispetinde aktüel olmayan konuları ertelemekte fayda var. Yani konuyu dosdoğru tarif edip, o konu etrafında işbirliğini kurmak en iyi yoldur. Tabi böyle bir bütünlüğü kurmak için de ne yapmak lazım geldiğini bilmek, uzun vadeli bir program öngörmek gerekir. Program uzun vadeli olursa kısa vadeli kayıplar olmayınca, benzer uzun vadeli planları olanların bir araya gelmesi de kolay olur diye düşünüyorum. Türkiye için önümüzdeki 30 yılda 40 milyon nüfus artışı öngördüler. Demek ki artan nüfus için Türkiye ev inşa etmek mecburiyetinde. Her 4 kişiye bir ev inşa edilecekse, 10 milyon konut gerekli demektir. Mevcut şehirlerimizde 40 milyon insan yaşıyor, bunun 20 milyonu gecekondularda yaşıyor. Bu gecekonduları tekrar inşa etmek gerekiyor. 20 milyon da gecekonduların ıslahı için konut inşa edilecekse, önümüzdeki 30 yıl içinde 60 milyon insan için konut inşa etmemiz gerekecektir. Mesela istanbul'da konutların yüzde 88'i projesiz ve ruhsatsız inşa edilmiş, müellifi bilinmiyor. Biliyoruz ki, 1930'dan beri inşa edilenlerin hepsi, Marmara'dan çıkartılmış tuzlu kum ile inşa edilmiş. Tuzlu kum ile inşa edilen betona çekiçle vurursanız, parça kopmaz toz olarak dağılır. Depremin sallaması halinde o binaların taşıyıcı sistemleri kuma dönüşerek insanların üzerine yıkılacak. Velhasıl ihtiyaç duyulan 60 milyon konutu bugünkü gibi plansız inşa edersek, 40 sene bizim torunlarımız veya çocuklarımız bugünkü yaşadığımız şehirden daha da kötü bir şehirde yaşacaklardır.
 
Şimdi binalar ve şehirler yanlış yapılırsa, onların düzeltilmesi en zor olanıdır. Bir ekonomik karar yanlışsa düzeltir, doğruyu bulursunuz. Ama bir şehri yanlış inşa etmişseniz onu kol ay kolay değiştiremezsiniz. Gerek maddî gerekse sosyal maliyeti oldukça yüksektir. Akıl almaz derecede, zor meseleler karşınıza çıkar. Yani, Türkiye'nin birinci meselesi konut üretimi, daha doğrusu şehirleşme ile beraber konut üretimi. istanbul'da Menderes döneminde yapıların yıkılıp yeniden inşa edilmesi gibi. Tabi yapıların ömrü 70 ile 100 senedir. Siz mevcut durumun devamında 30 senede bir yapıları yıkmak zorundasınız.
 
1999'da İstanbul'da konut toplantılarının sonuncusu olarak yapılan Habitat toplantısının sonuçları ve etkileri neler olmuştur?
 
Dünyanın ve özellikle de Türkiye'nin önemli sorunların birisi konut meselesidir. Ama Türkiye'de önemsenmedi, sorunların çok katlı apartman yapılmakla çözüldüğünü veya çözüleceğini sanıyorlar.
 
Habitat Konferansı'nda bu sorunlar tartışıldı. Konferans'ın sonucunda "katılım, sürdürülebilirlik, adalet üzerine olmak", üç temel ilke olarak belirlendi. Bu üç temel ilke, insanların ve toplum içerisinde var olan teşekküllerin önlerindeki engeller kaldırılarak, bunların yapılabilir kılınması, şeffaflık ve idare etme yerine, yönlendirme olarak açıklanabilir. Katılım, çevrenin oluşumuna insanın katkısını esas alır.
 
Apartman yapanların birçoğu okumamış insanlar, yalnız kalıpla bina inşa etmesini biliyorlar. Tabi meselesinin kökeninde yine doğru dürüst şehirleşme, konut ve eğitim anlayışının olmaması yatıyor. Önemli olan bütün bu çabaları birleştirebilen, bunların birbirlerini destekleyebilecekleri alanları ortaya çıkartarak bir ortak amaçlar dizesini oluşturabilmek. Sürdürülebilirlik, sürdürülebilir bir değişimi öngörmektir. Örneğin, bir evi yapmışsanız, evin içinde yaşanan hayat, aile, evin biçimini değiştirir. Bir çift evlenince, çocukları olunca veya aile daha da büyüyünce evde yaşantı değişir. Nâmütenahî değişmeler olur, mimarî yapı değişen ihtiyaçlara cevap verebilecek anlayışta inşa edilmelidir. Adalet üzerine olmak ise, ancak yönetmeye son vererek başarılabilir. Yönetmenin yerine, yön vermek sağlanmalıdır.
 
Hocam, "sosyal konut" kavramını nasıl anlamalıyız? Belediyelerin bu anlamda "sosyal konut" hedefi var mı, varsa neler yapılıyor, sorunlar nelerdir?
 
Bence sorunuz çok önemli. Uzakdoğu'dan bir anekdot aktarmak istiyorum. Dört şakirt Konfüçyüs'le buluşuyor. Konfüçyüs "Bir hükümdar size ne yapayım diye danışsa ne söylersiniz?" diye sorar. Birincisi, "Yüz savaş arabalık ordu kurar, düşmanları uzaklaştırır, halka huzur ve sükûn sağlardım." der. Konfüçyüs gülümser. ikincisi, "Halkın refah ve saadetini sağlayacak işleri yaparken, merasim ve musikî düzenleyecek büyük adamların yetişmesini beklerdim." der. Üçüncüsü, "Omuzları köşeli, kırmızı elbisemi giyer, hükümdarın önünde durur, ona sadıkane hizmet ederdim." der. Dördüncüsü ise "ilkbaharın son aylarında saf ırmakta yıkanır, genç insanlarla eve doğru yürürdüm." der. Konfüçyüs'e ne düşündüğünü sorarlar. O da son şakirde katıldığını söyler. Üç şakirt ayrılınca, dördüncü şakirt "Bana katıldığına memnun oldum, ama anlamadığım bir şey var, birinci şakirdinizin söylediklerine neden güldünüz?" diye sorar. Konfüçyüs, onun musikînin ve merasimlerin önemini hiç anlamamış olduğunu söyler. ikincisi için de, merasim ve musikî düzenlemeden refah ve saadetin nasıl mümkün olacağını anlamamış olduğunu ifade eder.
 
Türkiye'de bütün iktisadî imkân ve teorilerin sahipleri, yöneticileri ikinci kategoriye mensuptur. Bu iktisatçıların temel yanlışı, her şeyi iktisat yoluyla çözmeye çalışmalarıdır. Cumhuriyet döneminde hükümdarın önünde duran olmadı, herkes hükümdarın arkasında bile değil, kuyruğunda durmayı tercih etti. Konfüçyüs üçüncüsü içinse, hükümdara hizmetedilirse, merasimleri ve musikîyi düzenleyecek kimsenin kalmayacağını söyler. Son şakirdin söylediğine ise genç insanlarla beraber nehirde yıkanarak eve doğru ilerleme var.
Ev bütün insan ilişkilerinin oluştuğu temeldir. Yani, ev toplumun insan münasebetlerini düzenleyen en önemli öğesidir. Tek ev değil, birçok ev olduğu zaman da şehir oluyor.
 
"Sosyal konut" kavramı, doğrusu Batı Avrupa'dan özellikle Fransa'dan geldi. Kim Fransa'yı örnek alırsa batar. Çünkü Fransa rezalettir. 1 7. Asırda koskoca Versay Sarayı'nda tuvalet olmayıp, pencereden dışarıya boşaltan bir ülke. Müstemlekeciliğin en aşağılığını Fransa uygulamıştır. Napolyon Bonapart adlı kişi dünyanın yarısını talan etmiş, bizim idarecilerimiz ve aydınlarımız
dünyada Fransa'dan başka örnek görememişler. Hele kendi kültürlerine bakmalarını bile bilmemiş ve kendi kültürlerini kaybetmişler. Velhasıl konut meselesi çok merkezî bir mesele.
 
Tabi yine Fransa'dan Türkiye'ye ithal evlerin fonksiyonalist bir felsefe ile planlaması tamamen yanlıştır. Apartmanlarımızın hemen hepsi buna göre planlandığı için yanlıştır. Evin içerisindeki fonksiyonların değişmesi hâlinde, evin mekânlarının farklı fonksiyonlara imkân verecek şekilde planlanması lazımdır. Evin içinde bazen üretim de yapılır, bir aile değil iki aile de oturur. Velhasıl değişime açık olma meselesi de bir diğer konudur.
Mahalle içerisinde komşuluk ilişkileri de önemlidir. Komşuluk ilişkileri içerisinde evin yerinin nasıl olacağı çok önemlidir. işi bilmeyen bir mühendis ve mimara cetvel verirseniz, şehrin üzerine yollar çizer. Ondan sonra onun üzerine de gönye ile eş mesafede şu kadar cephe, şu kadar parsel verdim derse, bu iş olmaz. ilişkilerin olması tamamen imkânsızlaşır. Nesiller ilişkisizliğe mahkum edilmiş olurlar. Katılım, işte bu noktada önemli bir anlam kazanmaktadır.
 
Aslında doğru olan, yapıları 30 senede bir yıkacak yapılaşmaya izin vermemektir. Nüfus artıyorsa doğru olan şehrin etrafında yeni şehirler kurmaktır. Bu şehir yerinde durur, değişmez yeni yerleşimler belirli fonksiyonlar için merkeze bağlanır. Galaksi biçimi uygulanır. Bunu, mükemmel biçimde tatbik eden ülke Almanya'dır. Bir nevi bir yıldız kümesi şeklinde şehirleşmeye gidilmesi gerekiyor. Büyümeden kaynaklanan fonksiyonların her birini kendi içerisine alıyor. iktisadî olarak daha önemli kararlar merkezlerde oluyor. Adalet, eğitim ve ihtisas hastanelerinin merkezlerde olması gerekiyor.
 
Çizdiğiniz tabloda iki önemli nokta var. Bir yandan statiğe karşı duruyorsunuz. Diğer yandan yıkıma da karşısınız.
 
Burada kendi iç gelişmesi ile ilgili bir dondurma söz konusu değil. Konutlar iki, üç nesil hizmet verecek şekilde yapılıyor, sonra tekrar yapılıyor. Ama hiç değişmeyecek şekilde konut yapılmıyordu. "12 katlı apartmanın 12. katına kim oturacak?" dediğinizde "düşük gelirli insanlar" diyorlar. Düşük gelirli insanların çocukları nasıl oynayacak. Çocuk oyun oynamak için asansörle 1 2 kat inmek zorunda kalacak. Böyle rezalet olur mu?
 
Şehir ölçeğinde hektara yüz kişiden fazla insan yerleştirirseniz, o şehirde insanlar arasındaki münasebetlerin yoğunluğundan doğan bozuklukları önleyemiyorsunuz. Şehri hektar başına 100 kişi yerleştirdiğiniz zaman, iki alternatifiniz var. Birincisi ufki yoğun yerleşim modeli alternatifi, öbürü de şakuli yoğun yerleştirme modeli. Ufki yoğun yerleşim modelinde, kişi, evinin model ve oluşumuna karar veriyor. Hatta bugün fukara ise yarın evine kimseyi rahatsız etmeden iki oda ekleme imkânı oluyor. Bunu yaparken de komşusuyla ortaklaşa hareket ediyor. Burada sosyal mütabakat da söz konusu oluyor. Öteki sistemde ise, ne odasını değiştirebiliyor, ne akrabasını misafir edebiliyor. Bir banyo, bir mutfak bir odanın içerisine kaç çocuğu olursa olsun sığmak zorunda kalıyor. işte bu, insanî yapıyı öldüren asıl çarpık yapılaşmadır.
 
Buradan, toplumsal hayatta sosyal mutabakatın insanların kendileri tarafından sağlandığını söylemiş oluyorsunuz...
 
insanlar, toplumsal hayatta sosyal mütabakatı kendileri sağlıyorlardı. Bunu, bir örnek vererek açıklamamız mümkün. 1928-1933 arasında Bursa'da oturuyorduk. O dönemde bir ev yanmış, kalfayı çağırmış, eski evin ölçüsünde bir ev düşünmüşler, komşulara evin planını anlatmışlar. Evin köşesine kendi bahçesini görecek şekilde bir percere koyacağını anlatmış. Yandaki komşu "Oraya pencere koyarsanız, benim evin bahçesi de görülür ve ev ahalim rahatsız olur." demiş. Velhasıl anlaşamamışlar, komşular hakemlik etmiş, yine anlaşamayınca, muhtar devreye girmiş, ancak o da bir anlaşma sağlayamamış. En sonunda mahallenin sözü geçen ve babamın da içinde olduğu yaşlıları toplanmış ve her iki tarafı dinledikten sonra "komşunun rahatsız edilmesi hak olarak telakki edilemez" diyerek, yeni plan hazırlanması istemişler. Adam da mecburen bu karara uymuş.
 
Bir bunu düşünün, bir de bugün iki katlı evin yanına rüşvet verilerek 10 katlı apartman dikilen durumu düşünün. Aradaki kepazeliği görürsünüz. Bugün ihtiyaç gibi görünüyor ama insan yanlışlarının sonunda işte insanlığa ters olan bu hayat biçimi mecburiyet haline sokulmuş. Almanya'da toprak altında giden metro var, ama çok sınırlı. Çünkü Almanlar 1880'lerden itibaren planlar yapmışlardır. Biz Fransa'yı örnek aldığımız için işte böyle saçma bir yapılaşmaya gitmişiz ve toprağın altında ulaşımı bugün ihtiyaç olarak görüyoruz.
 
Hocam son olarak SPD okuyucularına söylemek istedikleriniz nelerdir?
 
İnsan kararıyla her şeyi katı bir şekilde belirleyen bir çerçevenin dış şartlardan ve oluşumdan kendini bigâne tutarak vücuda getirilmiş emredici hali, islam için meşru değildir. Varlık oluşum halindedir her zaman. Getirilen model öyle. Hz. Peygamber'in yaptığı gibi, evvela evini yapıyor. Tıpkı Beyazıt başta olmak üzere tüm Osmanlı'da olduğu gibi ilk adım belirlenmeli ve sonraki adımlar ona uygun olarak atılmalı. Burada yine Konfüçyüs'ün bir sözünü tekrarlayacağım. Konfüçyüs, "Kalbini temizle, dik dur, uzağa bak, ağır adımlarla ilerle." diyor. Yani yakına bakarak değil, en uzağa bakarak ilerlemek gerekiyor. Nihaî amacı düşünmemiz lazım.
 
Hocam, teşekkür ederiz.

 
Diğer Yazılar...