Mesut Uçakan ve Ayşe Şasa, Türk Sineması'nda sosyal meselelerle ilgili sorularımızı cevaplandırdı.

Sunuş
Sinema dünyasından iki isimle, "sosyal"i merkeze alarak sinemayı ve Türk sinemasını konuştuk. Devletin ve sinemanın -özelleştirirsek toplumcu sinemanın- muhatap kitlesinin aynı olması, bizi "sinema"yı "sosyal devlet" olgusu ile birlikte ele almaya sevk etti. Sinema sanatçısının "etki" ettiği kitleyle devletin hizmet sunduğu kitle arasındaki bu aynîlik konumuzun özneleri [devlet-sinema(cı)-toplum] arasında çok yönlü bir ilişkinin varlığını işaret ediyor. Bu görüntüyü, Yeşilçam denilince akla ilk gelen isimlerden biri olan Ayşe Şasa ve gerçekçi sinemamıza getirdiği özgün açılımlarıyla tanıdığımız Mesut Uçakan'la değerlendirdik.

1) YEŞİLÇAM
Sinema özel dosyamıza "Yeşilçam" kavramının tam olarak neyi karşıladığı konusunu açıklığa kavuşturmakla başlamanın anlamlı olacağını düşünerek ilk bölümde Mesut Uçakan'ın bu konudaki açıklamalarına yer veriyoruz:

(S.P.D.) - Aslında hep tartışılagelmiş ve üstünde tam bir mutabakata varılamamış bir konuyu burada sormak istiyoruz. Yeşilçam nedir, bir kültür alanı mı, yaşam tarzı mı yoksa bir bakış mı ?

M.UÇAKAN: Film yapımcıların bulunduğu sokaktan alıyor adını. Kimileri bu sözcükten, bir zamanların Türkan Şoray'lı Ayhan Işık'lı, Eşref Kolçak'lı filmlerini kastediyor ve yeni sinemayı bunun dışında tutuyor, kimileri bütün Türk sinemasını kastediyor. Yeşilçam ne kültür alanıdır ne yaşam tarzı. Bence bir dönemin adıdır: Günahları ve sevaplarıyla, Türk sinemasını iki isimle aslında ayrı ayrı yaptığımız iki söyleşiyi konulardaki ortaklık dolayısıyla birlikte vermeyi düşündük. Oluşturduğumuz konu başlıkları altında hem Mesut Bey'in hem de Ayşe Hanım'ın aynı konularla ilgili yorumlarını birlikte vermeyi amaçladık. Bunu yaparken soru ve cevap birlikteliklerini bozmadık, sadece sorular ve cevaplarda işaret edilen konulara göre bir kategorizasyona gittik ve bazen konu başlıklarıyla ilgili açıklamalarda bulunduk. Bazı kısımlarda ise paylaşılan farklı konularla ilgili müstakil bölümler oluşturduk.

2) "SİNEMA(CI) - SOSYAL DEVLET İLİŞKİSİ"

Girişte bahsettiğimiz ilişki düzleminde devletin sinemaya bakışını ve Yeşilçam'ın devlete bakışını konuştuk. Sanatçılarımızın halk ve insan merkezli yaklaşımlarını sunuyoruz...

(S.P.D.) - Ayşe Hanım müsaadenizle genel bir soruyla başlayalım. Ülkemizde sanat ve özelde sinema camiasının devletle ilişkisi nasıl?

A.ŞASA: Öteden beri gerek toplumumuzun, gerekse sanatçıların kamusal otoriteden beklentileri var. Bu, sinema sanatçıları için de olagelmiştir. Başından beri sinema, devletle barışık olmaktan medet ummuştur. Fakat diğer sanat dalları devlet himayesinde olduğu halde sinema devletle çok da bağlantılı olmamıştır. Sinema, Türkiye'de devletten ziyade özel teşebbüs ile gelişimini sağlamıştır... Otoriteden özerk olarak gelişmiştir sinema. Bir halk eğlencesidir ve onun taleplerini yansıtmıştır. Bu noktada devletin desteklediği bale ve opera gibi sanat dallarından farklılaşır. Sinemamızın tek orijinalitesi çok dolaylı, çok sulandırılmış da olsa gayrişuuri geleneği yansıtmasıdır. Şerif Mardin'in tabirini kullanırsak, merkezden ziyade periferi(çevre)den güç almıştır; sanat ve halkın sanatı olmuştur. 1960'lı yıllara bakacak olursak, Anadolu'daki bölge işletmecileri halktan avans alıp parayı sinema filmine yatırırlardı. Bu noktada halkın sinemadaki etkisi oldukça büyüktür.

var eden bir dönemin adı.

(S.P.D.) - Bu noktada tiyatrodan ayırıyorsunuz o zaman sinemayı?

A.ŞASA: Evet tabiî ki, tiyatrodan oldukça farklıdır sinema. Tiyatro Batılılaşmanın etkisiyle gelir. Devletten himaye görmüştür. Aslında sinema da dünyada devlet tarafından destek görmüş, himaye bulmuştur. Türkiye'de de bu, zaman zaman sinema şûraları ile yapılmaya çalışılmıştır. Fakat Türkiye'de devlet, dünyanın diğer bölgelerinde olanın tersine, sinemaya destek vermemiştir. Bu konular benim alanım olmadığı için çok da bir şey diyemeyeceğim... Yine devletle ilgili olarak sansür baskısının ise yakın dönemde azaldığını söyleyebiliriz.

(S.P.D.) - Sistemin içinde de olsa devletin sanatçı ve sinemayı koruduğunu daha doğrusu sosyal güvence altına aldığını söyleyebilir miyiz?

M.UÇAKAN: Türk sinema sektöründe zaten genel manada sosyal devletin pek olmadığını görürüz. Uzun müddet emek sahipleri bir sigortalı bile yapılamamıştır. Filmler yangından mal kaçırılır gibi çekilmiş, çalışanların sigortalanması şöyle dursun, sanatçılar gerçek emek değerlerini bile alamamışlardır. Sinema her ne kadar sendikalaşma hareketleriyle buna bir çözüm bulmaya çalışsa da bu ve buna benzer hareketler de ideolojik saptırmaların kurbanı olmuş ve sonuca gidememiştir. Geçtiğimiz günlerden, falanca aktörün, filanca yönetmenin, daracık evinde ya da salaş bir otel odasında yalnız, kimsesiz ve bakımsız öldüğü haberlerini hatırlayalım. Son dönemlerde bunlar nispeten aşılmaya çalışılıyor, devlet, özellikle sinema yapımcıları için denetim aşamasında: Çalışanların sigorta ücretlerinin ödenmesini şart koşuyor, ödemeyenleri cezalandırıyor ama daha ötesi yok ve bunlar da çok yetersiz. Televizyon sektörü için denetim gerekmediğinden henüz böyle bir düzenleme orada zaten hiç yok. Devletin, sektörün desteklenmesi konusunda kimi zaman bazı destek kararları var ama onlarda da ayrı dram. Örneğin, verilen son yapım destekleri! Biliyorsunuz, geçtiğimiz yıl 47 film projesini ilginç bulundu ve sanat adına destekleme kararı alındı, maliyetlerinin %25'e yakını verilmeye kalkışıldı. Ama ne tür bir kalkışma. Destek dediğiniz karşılıksız olur. Sevgili devletimiz ise bunu vermek için yapımcılardan teminat mektupları istedi ve iki yıl içinde faiziyle birlikte geri ödemeleri gerektiğini söyledi. Tıpkı borç veren bir tefeci gibi ya da banka gibi. Şimdi bütün bu uygulamalar ve geçmişte yapılanlar göz önüne alındığında sosyal manada devletten bir şey beklenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yapılanlar, gerçek sanatı desteklemekten çok, politik kaygılarla ya da dostlar alışverişte görsün kabilinden yapılıyor.

Öyleyse sosyal devlet nasıl mı olmalı? Derim ki, her konuda olduğu gibi bunun için önce insandan başlanmalı. insanın rengini, kokusunu, ruhunu, atmosferini değiştirmedikçe öyle bir devlet oluşmaz. Bu değişim süreci beklenmeden yapılacak her uygulama, deliye gömlek giydirmektir ki, bendeniz bu tür tedavilerden sonuç alınacağını sanmıyorum.

(S.P.D.) - ideal devleti tasavvur ediyorsunuz, peki devletin sinemaya, Yeşilçam'ın devlete bakışı nasıl?

M.UÇAKAN: Yeşilçam'ın devlete bakışı uzun dönem şu olmuştur: Sanattan anlamayan, bizimle lütfen ilgilenen, sinemayı sadece eğlencelik olan gören politik bir yapı...Devletin bazı festivallere katkıları, sanatsal destekleriyle yavaş yavaş değişiyor gibi görünüyorsa da, ortada hâlâ sinema emekçilerine dönük köklü bir eğilme tavrı yok, yani sosyal bir devlet hâlâ yok.

3) SANATSAL ÖNCELİK & TOPLUMSAL ÖNCELİK

Edebiyat dünyasından aşina olduğumuz bir mukayese aslında: "Sanat, sanat için midir yoksa toplum için midir?" Bu konuyu sinema bağlamında, bir tartışma konusu olarak değil de sonuçlardan hareketle bir Yeşilçam olgusu olarak paylaştık.

(S.P.D.) - Yeşilçam'da sanatsal öncelikler mi yoksa toplumsal öncelikler mi ön planda olmuştur?

A.ŞASA: ilk dönemde toplumsal önceliklerin ön planda olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü her filmde az da olsa toplumsal sorunlara değinilmiştir. Ancak çok fazla sayıda basma kalıplar da kullanılmıştır.

Bugün bunlar yok, son dönemde bunlardan kurtulundu. Hem teknik hem de sanatsal açıdan daha başarılı filmler yapılıyor; ancak fikrî boşluk hâlâ var.

(S.P.D.) - Yeşilçam aktörlerinde sanatsal (estetik) öncelikler mi, sosyal öncelikler mi daha baskındır?

M.UÇAKAN: Yeşilçam aktörleri artık eskisi gibi değil. Çoğunluk kendini gösterme psikozunu taşısa da sanatsal kaygı taşıyanların sayısı giderek artıyor. Artık oyuncu yarışmaları yok. Her önüne gelen filmlerde dizilerde kendini gösterme fırsatı buluyor ancak sadece kaliteli olanlar öne çıkabiliyor ve kalıcı olabiliyor.

(S.P.D.) - Ürünlerinizde sosyal sorumlulukla sanatsal kaygınız nasıl bütünleşiyor?

M.UÇAKAN: Benim inancım, ele aldığım konularda nasıl hakikate ulaşma ve ulaştırma çabasını taşımayı zorunlu kılıyorsa yaptıklarımın mükemmel olmasını da zorunlu kılıyor. Mükemmel olmak, herkese göre değişen bir deyiş. Herkes mükemmel görmeyebilir. Ama benim burada kastettiğim niyetteki temizlik ve samimi gayrettir. Sizin içinizdeki mükemmellik arayışıdır. Ki böyle bir çalışma, daima hak ettiği yeri bulur.

4) İDEOLOJİKOLMA - SANATSAL KAYGI & TOPLUMSAL DİL - PROTEST TAVIR

Bu bölüm aslında "sanatsal öncelik - toplumsal öncelik" konumuzun tamamlayıcısı olarak da düşünülebilir. Bu bölümde ilk olarak Mesut Bey'in konuyla ilgili tahlilini ve muhalif tavır- devlet-sinema bağlamındaki değerlendirmelerini sunuyoruz. Sonrasında Ayşe Hanım'la yaptığımız söyleşide peş peşe gelen, konuyla ilgili bölümleri aktarıyoruz.

alt(S.P.D.) - ideolojik olma ile sosyal sorumluluk arasındaki hassas noktayı nasıl ayırt ediyorsunuz?

M.UÇAKAN: ideolojik olmak bir fikri dikte etmeye çalışmak demektir ki bunun için eserin konusu, anlatımı, tiplemeleri, diyalogları, dili belli bir yönlendirme çerçevesinde kurgulanır. Bir kurmaca vardır ortada, zorlama vardır ve fikrî ağırlık her şeye hâkimdir.
Oysa sosyal konuları doğal hâliyle ele almak öyle değildir. Orada siz tiplemenizi, atmosferinizi, kurgunuzu bozmadan ele alırsanız. Onlar sizi yönlendirir siz onları değil. Ve eğer sizin içinizde, hayata bakışınızda gerçekten bir fikir, bir yorum varsa o doğal olarak yansır. Diğerinde ise daha yapaydır. Klasik bir benzetmeyle kimi çayda şeker çok fazladır, kiminde az. Bu oran herkese göre değişse de ortalaması iki kesme şekerdir. Kimse tek ya da üç şeker diye tutturmasın. Hele on şeker hiç çekilmez.

(S.P.D.) - Sizin filmlerinizde devlet nerede duruyor?

M.UÇAKAN: Ne kadar sosyal olurlarsa olsunlar, filmleri insani boyutta ele almak, bana daha doğru geliyor. Aslında bu, devletle çatışmadan uzak durma anlamını taşıyor. Toplumumuzun şu anda buna ihtiyacı var. Gerçi önceki filmlerimin bazılarında, yöneticileri, sert şekilde eleştirmişimdir ama gene de çatışmayı, kör gözüm parmağına, noktasına götürmemiştir!

(S.P.D.) - Yani devletle çok fazla çatışmaya girmeden sanat yapmak lazım. Peki sanatçı-devlet ilişkisi nasıl olmalı?

M.UÇAKAN: Bu konu öteden beri Türk sinemasının da tartışmalı konularından biridir. Devlet düzenleyici ve koruyucu bir yapıysa elbette sanat camiası da (özelde sinema sektörü) bu düzenlemeyi ve korunmayı hak edecektir. Çünkü, bu camia, direkt gönle hitap eder ve toplumu yönlendirir. insan haklarına dayalı medeniyetlerde, -mesela, bunun en çarpıcı örneklerden biri olan Osmanlı medeniyetinde-gönle hitap eden sektörler, daima devlet ve devlet adamları tarafından korunmuş ve desteklenmiştir. Tabiî kaliteli sanattan ve seviyeli sanatçılardan söz ediyoruz. Nitekim, korunan ve desteklenen sanat adamları kalitenin de göstergeleri olmuşlardır. Aksi ortamlarda ise, ya da başka bir deyişle, zulüm medeniyetlerinde tam tersi olmuş, gerçek sanatçılar horlanmış ve dışlanmıştır. Ucuzluğa kaçan, sanatı sadece eğlendirme aracı olarak görüp bunun için de hiçbir kural tanımayan, hele ahlâkî duruştan zerre nasibi olmayan, nefsi putlaştırmış sözde sanatçıların, her dönemde olduğu gibi bu dönemde de hayli revaç bulduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, böyle karmaşa ortamlarında sanatsal algılar da karmaşaya düşer, at izi it izine karışır, dinî kaygılar etkisini yitirir, sanat ve eğlence dinî ritüellere dönüşür, herkes kendi yaptığını kutsar, karşısındakini horlar. Haliyle, böyle ortamlarda, halk genelde kendini ne olursa olsun eğlendirenleri alkışlarken ve o tür yapılanlar en büyük sanat olarak algılanırken, devlet de gerçek hüviyetini kaybeder, sanatı koruyorum diyerek her iş başına gelenin yaltakçısı olur, ya da hükümetin siyasal politikasına hizmet eden karşıt tipleri korur. Gerçek sanatçıyım diyenler de ayrı bir karmaşa yaşar. Çünkü, bu çarpık ortamda parçalanmayan hiçbir şey kalmaz: Din, dil, ruh, kültür, çevre, ahlak. Ne kadar da gerçek sanatın sancısını çekerseniz çekin, sistemin dışladığı bir görüşün adamıysanız, horlanırsınız; hoş gördüğü desteklediği bir görüşe sahipseniz desteklenirsiniz; piyasa sizi destekler, besler, alkışlar. Bugün sistemin dışladığı görüş nedir? Tek kelime ile: islam! Bunu hepimiz biliyoruz. Bu açıdan denebilir ki, bugün devletin dışladığı sanatçılar bu aykırılığı taşıyanlardır, yani bir anlamda bizleriz. Bunun tespitini yapalım bir kere.

(S.P.D.) - ideolojik olma ile toplumsal sorumluluk arasındaki hassas ilişkiyi kurma noktasında Yılmaz Güney ile Atıf Yılmaz gibi sinemacılar nasıl ayrışıyorlar?

A.ŞASA: Yılmaz Güney biraz daha sanatsal iddiası olan şeyler yapmıştır. Batı sinemasından, neo-realizm ve özellikle italyan yeni gerçekçilik dalgasından etkilendi. Kendi ideolojisi içinde toplumsal sorunlara eğilmeye çalıştı. Benim çalıştığım yönetmenlerden Atıf Yılmaz, Yusuf Koçerli vardır. Atıf Yılmaz sosyal konuları işleyen fakat bunlarda pek de fazla derinleşmeyen bir yönetmendi.

(S.P.D.) - Peki protest damar farklı yoğunluklarda da olsa hepsinde var mıydı?

A.ŞASA: Bu muhalif tavır Batı'nın etkisinde formüle ediliyor. Türk sinemasının başından beri geleneksel bir damarı var. Diğerkâmlık gibi, fedakârlık gibi, iyilik, mükâfat bulur kötülük ceza bulur gibi temalar vardı sinemamızda. Bunlar Batı'da olmayan; ancak bizim medeniyetimizden kaynaklanan şeyler. Bugünkü seküler sinemacılar sosyal konuları hep Batılı formlarla ele aldılar. Hâlbuki bizim başka bir devlet yapımız var, devletimizin halkla arasındaki ilişki biraz pederşahi olagelmiş tarih boyunca. Bunları ele alan eserler şu an için yok. Yani bizim geleneklerimizden kaynaklanan, ideolojik olmayan fakat felsefi bir duruşu olan sinema eserleri olmadı. Hep kestirmeden toplumculuğa kaçan protest filmler oldu.

(S.P.D.) - Yani eklektik bir yapısı var Türk sinemasının: Batılı olamayan, özünde geleneksel özellikleri olan fakat onu yadsıyan!

A.ŞASA: Evet aynen öyle. Türk sineması bir fikir salatası... Aslında Yeşilçam Günlüğü adlı eserimde ben bunu işlemeye çalıştım. Türk sinemasının nasıl bir özelliği var, Doğu sinemasıyla ne gibi ilişkisi var, medeniyetimizin getirdiği ne gibi unsurlar var bunda, metafizik unsurlarla nasıl bağlar kurulabilir? Bunları incelemeye çalıştım. Bizim medeniyetimize ait bir sinema kadrosu şu ana kadar tam zuhur edemedi.


5)YEŞİLÇAM & DÜNYA SİNEMASI

(S.P.D.) - Batı'ya öykünmeden bir sinema geleneği oluşturma noktasında neler yapılabilir, örnekler var mı?

A.ŞASA: Bu noktada tüm çalışmalarını izlememekle birlikte iran sinemasını çok başarılı buluyorum. Dünyaca kabul görmüş bir sineması var iran'ın. Evrensel bir çizgiye çıkabilmiş ve islam medeniyetinden beslenen bir sinema. Özellikle Mecid Mecidi, Kiya Rüstema, Şehriyar Behrani'nin çalışmaları oldukça başarılı. Amerika ile iran'ın bu kadar problemi olmasına rağmen Amerika'da dahi Mecid Mecidi alkışlanıyor. Kapitalizmin ruhundan beslenen Batılı sinema her suça uygun bir sunuş yapmaktadır. Batı'da yoksulluk hırsızlığı meşrulaştırır. Mecidi'nin eserlerinde irfani bir dille olaylar işlenir. iran sineması 'irfani sinema'nın eşsiz örnekleri ile önemli bir misyona sahiptir.

(S.P.D.) - Toplumsal meseleler açısından dünya sinemasıyla Yeşilçam'ı nasıl mukayese edebiliriz, farklılıklar ve benzerlikler nelerdir?

M.UÇAKAN: Tabiî bizim sinemamızda hâlâ tabular mevcut. Özellikle toplumsal çarpıklıklardan kaynaklanan tabular. Mesela, hâlâ orduyu eleştiren bir film yapamazsınız. Yakın tarihimizin kimi gerçeklerini anlatamazsınız. Dünya sinemasında bizim gibi olan ülkeler var tabii. Ama, özgür sinema örnekleri de az değil.

6)YEŞİLÇAM SİNEMASININ TOPLUMSAL KONULARA YAKLAŞIMI -TOPLUMSAL SİNEMANIN DİLİ & KARAKTERİZE EDİLEN TİPLER

Türk sinemasının toplumsal konulara yaklaşımı, sorunları aktarırken kullandığı dil ve seçtiği kahramanlar ile ilgili bölümleri sunuyoruz:

(S.P.D.) - Sinemamızın dili toplumsal sorunları yansıtabilme konusunda yeterli mi?

M.UÇAKAN: Türk sinemasında içerik olarak toplumsal sorunları iletmede önemli mesafeler kat etti. Televizyondaki kimi diziler de bu anlamda sinemacıları cesaretlendirdi. Artık neredeyse sosyal vurgusu olmayan filmler çok hafif görülüyor. Ama gene de yeterli değil. Söylenmeyen daha çok şey var. Toplumdaki fuhşu, cinsel sapmaları, yerli diktatöryayı yeteri kadar işleyebilmiş değiliz. Burada aranması gereken sanırım bu sorunları iletirken sanatçının sanatsal yetkinliğidir. Sinemayı televizyondan ayıran en bariz vasıf bu yetkinliktir.

(S.P.D.) - Sinema ürünlerimiztoplumsal sorunların çözümünde ya da rehabilite edilmesinde etkili sonuçlar ortaya çıkarmış mıdır? Toplumsal sorunları yalın şekilde aktaran sinema ve aktör toplumun kahramanı sayılmaktadır, bu kahramanın yitimi Türk insanında derin bir kahraman boşluğu ortaya çıkarmış mıdır?

M.UÇAKAN: Bu tür kahramanlar Yeşilçam dönemi sinemasında çoktu. Tek başına ağaya karşı gelenler, büyük mafyaları derdest edenler, yaka kurtaranlar. Zaafları olmayan, cesaret sahibi, gözünü budaktan sakınmayan. Şimdiki sinema ise bu tür tipleri daha çok zaaflarıyla, eksiklikleriyle doğal bir insan tiplemesiyle ele almayı yeğliyor. Bu kahraman boşluğu oluşturuyor mu? Bir anlamda evet. Bir anlamda hayır. Evet, çünkü, Deli Yürekler, Polat Alemdarlar bunun sonucu. Hayır, çünkü, sinema televizyon gibi değil ne kadar doğal olabilirse o kadar sinema olur.

alt(S.P.D.) - Türk toplumunun sorunlarından en çok hangisi sinemada kendine yer bulmuştur?

M.UÇAKAN: Ezen ağa ezilen köylü edebiyatı, ezilen işçi ezen fabrikatör söylemleri, işsizlik, yoksulluk, aldatılan kadın dramları, ezilen horlanan köylü kadın tiplemeleri, kimi kahramanlıklar falan.

(S.P.D.) - Peki, sinemada konu seçimi ve işlenişinde dönemin toplumsal şartlarının ne derece etkisi olmuştur?

M.UÇAKAN: Sinema sektörü de elbet toplumun bir aynasıdır. Ama sinemamızın her dönem toplumun aynası olabildiğini söylememiz zor. Bunu uzun dönem iki şey engellemiştir: Birincisi sansür, ikincisi ticari kaygılar. Sansür mekanizması filmleri baskıcı devlet mantığına göre şekillendirme çabasında, ticaret ise seyirciyi salt eğlencelik görme derdinde. Bu mantığın son dönemlerde nispeten kırılmaya çalışıldığını söyleyebiliriz.

(S.P.D.) - Son dönem Türk sineması sosyal konulara ne kadar ilgi gösteriyor ve kullandığı dili Türk sinema etiği açısından nasıl buluyorsunuz?

M.UÇAKAN: Türk Sineması sektör olma çabası içinde. Her ne kadar önceki senelerden fazla da olsa hâlâ çok az sayıda filmler çekiyor. Çok sayıda çekebilmek ve yaptığı harcamaları geri alabilmek için de olmadık şaklabanlıklar yapıyor, ele aldığı sosyal konuları bile eğlencelik bir tarzda vermeye çalışıyor. Kullandığı dilden kastımız estetik kalite ise çok başarılı olanlar elbette var, ama, tabiî ki doğal olacağım diye kimi filmlerde ağza alınmadık küfürlerin edilmesi iğrenç bir şey. Tasvip etmek mümkün değil. Ama etik kavramı açıklık getirilmesi gereken bir kavram. Maalesef artık kişiden kişiye değişiyor.

(S.P.D.) - Yeşilçam'ın toplumsal meselelere yaklaşım nasıl olageldi?

A.ŞASA: Türk sinemasında açıkçası başından beri toplumsal sorunları kendine dert edinip işlemeye çalışanlar, toplumcu yönetmenler olarak da bilinen yönetmenler oldu. Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz gibi kişiler ve daha sonra Duygu Sağıroğlu bunlar arasında sayılabilir. Bu yönetmenler yoksulluk, göç, sınıfsal farkların doğurduğu acılar, eşitsizlikler, hatta kültürel yozlaşmaları dile getiren filmler yaptılar. Mesela benim Atıf Yılmaz'la yaptığım Ah Güzel istanbul bu kültürel yozlaşmayı anlatır. Sadece toplumcu yönetmenlerce değil, tüm Yeşilçam'da 1960'larda sıradan halk eğlencisi olarak yapılan filmlerde bile bunlar işlenmiştir. Bu filmlerde genel olarak, devletin bu sorunlara çözüm bulması isteniyordu. Aslında bunun akademik camiada araştırılması gerekir. Özellikle zengin fakir ilişkisi 50-70 arası hemen hemen her filmde geçer... Halk vicdanında bu sınıflar arası gelir uçurumu ve halkın kendini sahipsiz hissetmesi kabul edilmemiştir. Daha sonraki yıllarda halk eğlencesinden öte "entelektüel" özentilerle film yapılmaya başlandı. Bugün de bunun yansımalarını görüyoruz. 70 sonrası dönemde toplumsal sorunlarla ilgili beni cezbeden pek film olmadı. "Entelektüel" özentilerle yapılmış filmlerde birkaç tanesi hariç fikrî derinlik bulamadım maalesef.

(S.P.D.) -işlenen toplumsal konular bağlamında hangi önemli eserleri sayabiliriz?

A.ŞASA: Halit Refiğ'in Gurbet Kuşları, Duygu Sağıroğlu'nun Bitmeyen Yol, Lütfi Akad'ın Gelin Düğün Diyet filmini ve Yılmaz Güney'in filmlerini sayabiliriz. Yoksulluk, göç ve sınıf farklılıkları filmlerin temel konusu olagelmiştir hep. O dönemde en popüler filmlerde bile sosyalist fikirlerden etkilenilmiş ince bir hiciv ve gerçekçilik vardır. O dönemlerde sanat yapabilmek için sosyal bir şeyden bahsetmek gerektiği düşünülüyordu. Bugün hâlâ bu devam ediyor. Ancak daha apolitik bir sinema var günümüzde. Bu daha olgun felsefi şeylerin çıkmasında bir aşama belki de.

Bizde yıllardan beri film konularında "kahrolduk, yıkılıyoruz" diyen ve devamlı protesto eden toplumsal temalar vardır. Klasik toplumcuların getirdiği aslında gerçeğe de uymayan çok yanlış şablonlar var. işte ağa köylüyü ezer; kaymakam ilerici ve kahramandır gibi çok ilkel şablonlar bunlar... insanların varlıkla yokluk arasında yaşamak dışında iç dünyaları görülmüyordu bu anlatımlarda. Ancak şimdi Ahmet Uluçay'ın yaptığı Karpuz Kapuğundan Gemiler Yapmak filmi bir devrim. Müthiş zor şartlar altında yaşayan fakir çocukların hayallerini ve film makinası yapmalarını anlatıyor. Aslında çok güzel şeyler yapılabilir, tıpkı Yavuz Tuğrul'un filminde olduğu gibi, ideolojik ve içi boş şeylerden sıyrılıp güzel şeyler yapılabilir.

Türk sinemasında, geleneğin hayat verici bir unsur olarak yeniden keşfi şart. Ben seküler, toplumcu kesimden gelen biri olarak bunların Türk toplumunu açıklayamadığını gördüm. Hocam Kemal Tahir, kökü dışardan gelen bu toplumcu kesime muhalif yerel bir dil geliştirmeye çalışıyordu. Daha sonra Kemal Tahir öldü ben yalnız kaldım. Fakat onun yolundan gidip islam'ı buldum.
AYŞE HANIM'LA...

(S.P.D.) - Biraz da Kemal Tahir'den bahseder misiniz?

A.ŞASA: Çok enteresan bir dönem geçirdi. Sosyoloji ve seküler bir dille konuşan Kemal Tahir bir anda sustu. Daha sonra Kemal Tahir'in Mevlevi ve Cerrahî büyükleriyle görüştüğünü öğrendik. Benim kanım, bana son sözlerinden yansıyan kalbine islam'ın düştüğü yönünde. Ben şehadetine şahit olmadım ama şunu söyledi bana. Ben o dönemde ciddi bir hastalık geçiriyordum. Bana dünyaya çile çekmeye geldiğimizi, pişmeye geldiğimizi söyledi. Vehbi Koç'un da kızı olsan senin bu çileyi çekmen gerekir, dedi. Bunu bir materyalist söyler mi? Zaten Devlet Ana'da büyük bir tasavvuf etkisi var. Kemal Tahir her an arayış içinde oldu zaten. Bunları bize niye anlatmadı çünkü biz o zaman bunu anlayamazdık. Bizimle konuşacak, tartışacak sıhhati de kalmamıştı. Her sabah her şeyi yeniden düşünelim derdi Kemal Tahir. Peşin yargıların bizi ne kadar körelttiğini vurgulardı. Tasavvufta da şeyhin yanına boş heybeyle gitme vardır. Boş heybeyle gideceksiniz ki, onu orda dolduracaklar. islamiyet aslında bugünkü muhalif görüşlerin hepsini kapsıyor, bu noktada feminist, çevreci, sosyalist olmanıza gerek kalmıyor. Bunun inceliklerine girmek için mesai harcamamız gerekiyor.

MESUT BEY'LE...

"ANNE YA DA LEYLA" isimli filmi yeni gösterime giren Mesut Bey'e filmlerinde işlemeyi düşünebileceği konuları soruyoruz.

(S.P.D.) - Son olarak, gelecekteki projelerinizle ilgili bir soru sormak istiyorum. Bugün art arda senaryo çekseniz hangi konuları yoğun şekilde işlersiniz?

M.UÇAKAN: Şu sıralar metafizik konular daha çok ilgimi çekiyor ya da ele aldığım konuların metafizik boyutları diyelim... Bu tutku önceki filmlerimde de nispeten vardı ama benim eşyanın ve olayların hakikatine yönelik sancılarımın artması nispetinde yoğunlaşıyor.

 
Diğer Yazılar...